Makaleler

Ailelerimiz ile ilişkilerimiz üzerine…

Devrimciliği genel anlamda eskimiş, köhnemiş düzeni yıkma ve insana “insan” olana değer biçileceği yeni bir düzeni kurma-eskiyi yeni, bireyi toplum, bencilliği kolektivizm, sömürüyü “herkesten yapabileceği kadar herkese ihtiyacına göre” vb. olarak değiştirme eylemi olarak tanımlayabiliriz. Bu eylem, ekonomik, cinsel, sosyal, kültürel, dinsel, psikolojik, ekolojik vb. olmak üzere bir dizi alanı kapsar. Devrimcilik, olacak ve olması gerekenler ile var olanı bilinçli, iradi bir çaba ile bugünden başlayarak adım adım değiştirmek, düşlediğimiz yarını bugünün zorunlu olarak hapsolunan sınırları içerisinde yaşayabilmektedir. Kısacası sürekli hesaplaşma ve kopuştur.

Devrim iddiasına sahip olduğumuz ve yeni örgütlediğimiz zaman, özellikle liseli, üniversiteli çağındaki genç yoldaşlar olarak, birçoğumuz çoğu zaman “hesaplaşma ve kopuş” fiilini yanlış anlarız. Daha doğrusu yanlış kavrarız. İşte burada anlama ve kavrama arasındaki nitel fark-o muazzam uçurum-görünürlük kazanır. Kimimiz feodalizmle hesaplaşma adına Coca Cola’dan koparız, kimimiz eskiden dinlediğimiz müzik türlerini (rock, rap vb.) birden dinlemez oluruz, sevgilimizden ayrılırız (devrimci değil diye), edebiyata olan ilgimizi keseriz, günlük gazeteleri dahi okumuş oluruz.

“Kopuş” adına gerçekleştirdiğimiz bu davranışlar, oldukça kaba, yüzeysel ve biçimseldir. Ortada hesaplaşma yoktur ki kopuş olsun! Örneğin Rock müzikten bir anda kopuveririz. Oysa ki müziğin yaşamımıza kattığı anlamı bunun içinde müzik türlerinden birisi olan Rock’un yerini ve yaşamımızla arasındaki bağı hiç mi hiç sorgulamayız. Veya sevgilimizden pat diye ayrılırız. Sevgi kavramının altını nasıl doldurduğumuzu, sevgilimizle kurduğumuz ilişkinin niteliğini, hayatımızdaki önemini, paylaşımlarımızı, bu ilişkide ileri ve geri yanları vb. hiç mi hiç düşünmeyiz/değerlendirmeyiz.

Örnekleri çoğaltmamız, çeşitlendirmemiz mümkün. Hepimizin ilk örgütlendiğimiz süreci ve sonrasındaki yaşamımızı göz önüne getirmemiz yeterli. Biz burada yalnızca aile ile ilişkilerimize değinmeye çalışacağız. Tüm bunları söylerken örgütlenen, devrimcileşen bir bireyde olumlu bir değişimin olduğunu yadsımıyoruz. Doğaldır ki örgütlenen, devrimcileşen, özgürleşen bir bireyin beklentileri, hisleri, düşünceleri, alışkanlıkları vb. değişir. Dünyası büyür, hayata baktığı pencere çoğalır, önünde yeni kapılar açılır. “Ben” olmaktan “biz” olmaya doğru adım atar. Bahsini ettiğimiz ve olması gereken bu değişimlerin varlığı “eski”yi temsil eden olgularla kurulan ilişkinin niteliğini değişmesi/değiştirilmesi yerine bu ilişkinin koparılmasıdır.

Sosyal bir varlık olarak biz insanlar (önce insan sonra devrimciliğimizdir) toplumla bağımızı ilk önce aile aracılığı ile kurarız. Öyle ki dünyaya gelen neredeyse her birey ilk önce aile bileşenleriyle (anne, baba, abla, abi vb.) ilişkilenir. Ve en azından üretim faaliyetine katılacağı, sömürücü sistemin çarklarına bir dişli olacağı zamana kadar yaşamının belli bir bölümünü aile ile birlikte ve ona bağımlı şekilde geçirir. Sonrasında da lise-üniversite çağına geldiğimiz ya da üretim faaliyetlerine dahil olduğumuz, bir şekilde evden ve aileden uzaklaştığımız zaman, sistemin “özgürlük” anlayışından büyük oranda etkilenerek “bağımsızlığımızı” ilan ederiz. Örgütlü bir birey olarak bizler-dedik ya feodalizmle hesaplaşma adına ailelerimizden koparız. Ailelerimizle neden ilgilenmediğimiz, vakit ayırmadığımız, ilişki kurmadığımız sorularına o bilinen cevabı veririz. Vaktimiz yok! Peki henüz ailemizle birlikte kalırken yaptığımız kahvaltı, akşam yemeği yediğimiz, yatmaya gittiğimiz zamanlar neyin nesidir? Ya da ailemizle ayrı kalırken hadi mektup yazamadık ama telefonların ana gündeminin de para istemek olması ne demektir?

Aile ile kurduğumuz bağda ona nasıl bir misyon yükledik? Bunu hiç düşündük mü? Hala annemiz her işimizi yapmaya, bize hizmet etmeye zorunlu bir köle midir? Kız kardeşlerimizin geleceği, kiminle evleneceği, ne giyeceği vs. evin erkeklerimi belirliyor hala? Yapmamız gereken bu gibi soruları sorarak eskiyi temsil eden ilişkiyi değiştirmeyi kendimize görev edinmektir.

Elbette işimiz, daha doğrusu görevimiz yalnızca ailemiz değildir. Örgütlü bir birey olarak tabi olduğumuz örgütlenme politikamız doğrultusunda bozkırı en kuru yerinden tutuşturacağız. Hedef kitlemiz ise başta işçi sınıfı ve köylülük olmak üzere tüm ezilen, emekçi kesimlerdir. Biz dünyayı istiyoruz ve nihai olarak tüm insanlık kurtulmadan yalnızca ailemizin kurtulamayacağını biliyoruz. Ailelerimizin bu anlayışımız kapsamında bir yeri ve anlamı vardır. Aynı zamanda bizler ütopyamızı, düşlerimizi güzel yarınları yalnızca hayal etmekle kalmayarak bugünden adım adım inşa etmenin mücadelesi içinde oluruz. Gerici sistemin içinde hapsolduğumuz sınırları parçalayarak kurmak istediğimiz dünyayı, yaşamak istediğimiz ortamı, düşlediğimiz ilişkileri, paylaşımı, insani değerleri yaratır ve yaşatırız. Bu durum aile ile olan ilişkilerimizde de böyle olmalıdır.

Ailelerimizle ilişkilerimizde yaşadığımız sıkıntılardan birisi de yoldaşlarımızın aileleri ile görüşmemektedir. Görüşmekten çekinmektir. Bu özellikle de şehit düşmüş ya da tutsak yoldaşların aileleri için de böyledir. Şu bir gerçek ki onların bize karşı çoğu kez tepkili olmaları bizim eksikliğimize haklı bir neden olamaz. Hele de devrim, demokrasi bilincinden yoksun olduklarını göz önüne alırsak. Kaldı ki bize hiç de tepkiyle yaklaşmayan aileler açısında da durum budur. Onlara gitmiyoruz, gazete götürmüyoruz vb. diye sitem eden ilişkilerimizle dahi gerçekliğimiz ortadadır.

Partizan Şehit ve Tutsak Ailelerinin, Devrim ve Komünizm Şehitlerini anma kapsamında gerçekleştirdiği ziyaretler bu anlamda oldukça anlamlı ve önemlidir. Ve de öğreticidir. Yıllardır bizi hiç görmeyen bir Siverekli amcanın vasiyet olarak çocuklarına “İbo’nun izinden ayrılmayın, bu ülkede devrim olacaksa T’cular yapacak” dediğini duyuyoruz. Şehit bir yoldaşın ailesinin bize yaklaşımının hiç de kötü olmadığını görüyoruz. Yine eylem ve etkinliklere katılan ailelerimizi gördükçe “önce çocuklarımızı savunuyorduk şimdi onların düşüncelerini” sözlerinin nasıl yaşam bulduğunu görüyoruz. Bu sayede eksikliklerimizi ve aynı zamanda görevlerimizi görüyoruz.

Bu görev yalnızca PŞTA’lı yoldaşların, ailelerimizin değil hepimizindir. Semtte yayın dağıtımı yapan yoldaşlarımızındır. Köy faaliyeti yürüten yoldaşlarımızındır. Gençlik faaliyetçilerinindir. Emekçi kadınların kapılarını çalan kadın faaliyetçilerimizindir. Nasıl ki kitleleri örgütlemek için gençliğe, köylülere, kadınlara ve işçilere gidiyorsak, onlara özgün politikalar üretiyorsak şehit ve tutsak ailelerimize yönelik de özgün yaklaşımlar benimsemeli ve hayata geçirmeliyiz.

Bir de aile bileşenlerinin (anne, baba, eş, kardeş, çocuk vb.) daha üst boyutta katılmasını istemeyen, hatta engelleyen yoldaşlarımız vardır. Yoldaşlarımız bu duruma, politik niteliklerine bağlı olarak daha çok iki neden öne sürmektedir. İlki “kendisi zaten vardır, ne gerek var aileden başkasına”dır. İkincisi “aile zarar görmesin”dir. “Gerekli olan bedeli nasılsa o ödeyecektir.”

Yoldaşlarımız bilmelidir ki nedeni her ne olursa olsun bu anlayış kaynağını küçük burjuva ideolojisinden almaktadır. Ve biz eğer dünyayı gerçekten istiyorsak kazanmamız gereken çok insan, ödememiz gereken daha çok bedel vardır.

(Dersim’den bir Partizan)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu