GüncelManşet

Arap isyanları ve Suriye’de Esad karşıtı muhalefet

Sınıfsal bir analiz ışığında doğru tavır!

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da “Arap Baharı” diye de tabir edilen bir süreç yaşandı/yaşanıyor. Bu bölgelerdeki duruma ve halk hareketlerine dair yaklaşımımızı çeşitli vesilelerle dile getirmiş bulunuyoruz. Son süreçte ise Suriye merkezli gündem, coğrafyamızı da içine alır biçimde hızla ilerlemekte, ülkemizle de doğrudan ilişkili bir biçimde şekillenmekte. Dolayısıyla egemenler cephesinden devrimci, demokratik, yurtsever kesimlere kadar herkes konuya dair görüşlerini, belirlemelerini ifade etmekte. Marksist-Leninist-Maoistler de bu süreçte Esad rejimi, Suriye muhalif hareketi ve (taşeronlarıyla birlikte) emperyalist işgal üçgenindeki Suriye ile ilgili görüşlerini kamuoyuyla paylaşmıştır. Ancak birçok olgunun iç içe geçtiği süreçte ülkemiz Maoistleri olarak sürece dair yorumlarımızı bir kez daha ifade etme gereği kendini dayatmaktadır.

Bu amacı dile getirdikten sonra, konu özgülünde ilk olarak genel belirlemelerden başlayabiliriz: Bir ülkenin emperyalist devletlerce dizayn edilmek üzere dış saldırılara maruz kalması, hiç kuşkusuz tüm devrimci, demokrat ve yurtseverlerin açık ve net karşı tavrını gerektirir. Zira böyle bir müdahalenin asla haklı bir nedeni olamaz, emperyalizmin türlü gerekçeleri kesinlikle inandırıcı, ikna edici kabul edilemez. Bunun tartışılabilir olmadığını baştan belirtelim. Dahası, bir emperyalist işgal durumunda bağımsız olma özelliğinden ödün vermeden ulusal cephe siyaseti izlemek, işgal karşıtı güçlerle ittifak kurmak temel görev haline gelir. Bu duruşun temelinde her halkın ya da ulusun kendi geleceğine kendisinin karar vermesi ilkesi vardır.

Bununla beraber karşı karşıya olduğumuz birçok sorunda tartışmanın odağında bu durum bulunmuyor. Hatta emperyalizmin müdahaleleri gerçeklerin üzerini örterek, yaşananların özünü anlamamızı zorlaştırıyor diyebiliriz. “Anti-emperyalizm” halkların zorba iktidarlara karşı isyanlarını küçümsemeye payanda olabiliyor. Suriye’de yaşanmakta olanlara özellikle bu açıdan bakmakta yarar var.

Tarihten bir örnek: Şeyh Sait Ayaklanması

Emperyalizmin kendi çıkarlarına uygun dizayn etme projelerine karşıyız! Peki bu ülkedeki devrimci, demokratik mücadeleye yaklaşımımız ne olmalıdır? Milliyetçiliğe, şovenizme, işbirlikçilerle uzlaşmaya düşmeden, halkın içinden çıkan harekete dair düşüncemiz, dolayısıyla buna uygun eylemimiz ne olmalıdır? İran’daki gerici-despot rejimin karşısındaki halk hareketini ABD uzantısı olarak kavramak nasıl yanlışsa ve İran devleti tam da bu propagandayla bir meşruluk elde edip zorbalığını sürdürebiliyorsa Suriye’de de benzer bir yaklaşımla karşı karşıyayız.

Yıllar önce Şeyh Sait Ayaklanması tartışılırken gerek ayaklanmanın liderliğinde yer alan şeyhlerin ideolojisi gerekse de İngiliz emperyalizminin bu ayaklanmada parmağı olduğu iddiası bir “ulusal isyan” olan bu ayaklanmanın ulusal demokratik özelliğine gölge düşürmüş, birçok “aydın”, “demokrat”, zamanın TKP’si ayaklanmayı “gerici” ilan edip devletin imha saldırısını desteklemişti. Kaypakkaya ayaklanmayı ve tavırları yorumlarken öncelikle meselenin özünü açıkça ortaya koymuştu. Ayaklanmanın kimler tarafından ve neye karşı geliştiğini belirlemek belirleyici önemdedir ve asıl tavırlar bu noktada şekillenir. Böylece Kaypakkaya ayaklanmayı Kürt ulusunun ulusal baskıya karşı isyanı olarak değerlendirmekle başlar eleştirilerine. Tabii ki isyan bundan ibaret değildir ama isyanın esas özelliği budur. Görünenlerden özü ayırdığında Kaypakkaya bu özelliği apaçık görür ve bu özden hareket eder. İngiliz parmağı “olsa dahi” bu öz değişmez. Sadece İngilizlerin amacının teşhiri ve halkın bu konuda bilinçlendirilmesi özel bir önem kazanır. Komünistler ezilen ulusun isyanının demokratik içeriğini desteklerken emperyalizme yedeklenmesine de karşı bir politika izler. Sonuçta birinci görev ulusal isyanın zorla bastırılmasına karşı mücadele etmektir. Emperyalizmin oyunlarını teşhir edip onu saf dışı bırakmak bunun devamındaki bir görevdir. Hatırlatalım ki Kaypakkaya bu yorumu yaparken İngiliz parmağı iddiasının gerçekliğe aykırı olmakla beraber sadece bir varsayım kabul ederek hareket etmiştir.

Bir ülkedeki iç savaşı ve bu savaştaki konumlanışları konu etmemek devrimci sorumlulukla bağdaşmaz. Öncelik buna verilmelidir. Hareket noktası bu olmayan tahliller “yedeklenme”ye karşı önlemsiz ve hazırlıksız sonuçlara sebep olabilirler.

Suriye’de neler olmaktadır?

Bu ülkede yıllar yılı sıkı bir BAAS rejimi uygulanıyor. Nusayri mezhebinde bir azınlık tüm Suriye halkına hükmediyor. Ancak BAAS rejiminin mezhepsel bir aidiyetten ziyade “sol”, “laik” bir söylem içinde olduğu biliniyordu. Halkın kendi geleceğini belirleme hakkı her aşamada, her alanda sistematik olarak ihlal ediliyor. Rejim tüm yaşamı kontrol altında tutarak, etrafında güçlü bir ağ örmüş haldedir. Ancak örgütlü bir halk hareketinin parçalayabileceği bu ağ hem dışarıdan (bölgedeki gerici devletler, zamanında RSE, şimdi Rusya, bir ölçüde Avrupa devletleri) hem de içerideki feodal-bürokrat burjuva kesimlerinden, militarist güçlerden destekle ayakta durabilmektedir. Esad ailesinin mensubu olduğu Nusayri mezhebinin azınlık olmakla beraber sekülerizmi (toplumsal hayatın, idari ve hukuki işleyişin dinden bağımsız örgütlenmesi anlamında) benimsemiş olması egemen güçler arasında görece sağlam bir dengeye olanak vermiş ve hatırı sayılır askeri ve istihbari yapılar, bu dengenin gözetiminde etkin roller almışlardır; onlar sayesinde denge korunabilmiştir. Halk çoğunluğu rejimden, yaşam koşullarından, sahip olunan haklardan pek memnun olmadığı halde yoğun baskılar sonucunda uzun yıllar sinik kalmıştır. Suriye halkı, çeşitli mezhep ve milliyetlerden olmakla beraber iktidardaki azınlığın tahakkümüne karşı ortak bir direniş ve mücadele yaratma seviyesine bugüne kadar ve ne yazık ki bugün de henüz gelememiştir. Dini cemaatler imha ve inkâr edilme korkusuyla genellikle iktidara biatı tercih ederken, özellikle Kürtler bölgedeki devletlerin de ortak politikalarıyla apaçık bir statüsüzlüğe, tüm haklardan mahrum edilmeye yeterince karşı koymayı bugüne kadar başaramamıştır. Tabii ki bunda buradaki Kürtlerin ulusal sorunlarını diğer parçalara endekslemiş olmalarının da ciddi payı bulunmaktadır. Ülkedeki sol güçlerin ise belirgin zaafı gericiliğe ve emperyalizme karşı uzlaşmacı bir çizgide bulunuyor olmalarıdır. RSE’nin bu çizginin şekillenmesindeki payı da malumdur, kuşkusuz aslolan bu çizgiyi savunan ve uygulayanlardır. Bunların halen iktidar etrafında konumlandıkları görülüyor.

Halklar değişim için harekete geçti

Nihayet Arap halkları arasında gelişen demokratik devrim karakterine sahip hareket birçok ülkedeki dinamikleri ciddi biçimde etkiledi. Halkların Tunus ve Mısır’daki halk isyanlarından etkilenerek kendi yaşam koşullarına yönelik memnuniyetsizliklerini iktidarlara karşı öfkeye dönüştürmeleri birçok Afrika ve Ortadoğu ülkesindeki devleti zorunlu tercihlere yöneltti. Elbette bu devletlerin tercihleri egemen sınıfların ve uşağı oldukları emperyalist güçlerin çıkarlarından bağımsız olamazdı. Halk isyanlarının aynı zamanda bu zorunlu tercihlerin etkisiyle başarılı olamamaları, rejimleri değiştirememeleri ve hatta bilinçli yönlendirmelerle yeni işbirlikçi güçlere, halihazırda yenilmiş olmaları, kesinlikle, en başta kendini apaçık göstermiş ve büyük kitlesel eylemlerle, bu eylemlerdeki sloganlarla, öne sürülen taleplerle dile gelmiş haklı, devrimci-demokratik istemlerin varlığını görmezden gelmemize neden olamaz. Halklar, halkların isyanları netleşmemiş, örgütlenmemiş, birçok özelliğiyle zafere odaklanamayan, buna hazırlanmamış devrim anlayışlarıyla da olsa değişimi arzulamış, onun için harekete geçmiş veya gerçekleşmişlerdir. Komünist önderlikten mahrum olmaları, bu gerçeği değiştirmez -ki bu sorun zaten komünist çizginin sorunudur ve hatta evrensel bir sorundur!- Halklar komünist çizgi var ya da yok diye hareket etmezler. Halklar yeterince ağır koşullara isyan halindeyseler olanak bulduklarında ayaklanabilirler. Bu durum ayaklanmaların devrimci karakterine gölge düşürmez ama onun başarısını ve sürdürülebilirliğini olumsuz etkileyebilir.

Sarsıcı iki örnek;Bin Ali ve Mübarek!

Suriye halkının iktidara öfkesi, bahsettiğimiz bölgesel ayaklanma hareketiyle beraber sokaklara döküldüğünde gerici güçler ve emperyalizm yoktu. Aksine, herkesin bildiği, TC’nin aracılığa soyunduğu bir ikna süreciyle emperyalistlerin “uslandırma” gayreti ve bunun için peşinden koşulan bir anlaşma olasılığı vardı! R. T. Erdoğan’ın en yakın aile dostlarından birinin Beşar Esad olduğunu unutabilir miyiz? Annapolis görüşmeleri ve devamındaki süreç önemli ölçüde biliniyor. Bu süreç, İran’ın yalnızlaştırılması, Hizbullah’ın desteksiz bırakılması, Suudi rejiminin hegemonyasına uyulması, ABD’nin bölgedeki çıkarlarına riayet edilmesi üzerinde yürüyordu.  Şimdi, varılan noktada -Arap isyanlarının yarattığı yeni atmosfer içinde- pek de uzlaşılamamış ve dayandığı dinamikler zayıf görülen, yıkılabilir, “despot” Esad iktidarının hedef tahtasına konması emperyalizmin mevcut halk hareketinin yaratıcısı olduğuna inanmamızı doğuramaz/doğurmamalıdır. Nitekim ardı sıra yaşanan süreçler de bu durumla uyumlu değildir. Halkın Esad’dan istedikleriyle emperyalistlerin, Arap gericiliğinin, TC’nin istekleriyle aynı değildir. Halen bu güçlerin “halk muhalefetiyle” önemli derecede uyuşamamış olmaları da ancak bununla açıklanabilir! Diğer yandan, El-Kaide’ye kadar uzanan uluslararası örgütlenmelerin bu isyanların dinamiğini veya dinamiklerinden birini oluşturduklarına da inanamayız. İktidarların gerçek halk muhalefetlerine karşı bildik tanımları bizi ikna etmemeli! Elbette bu güçler sürece dahil olmakta, gerçek dinamiklere sahip halk muhalefetine/hareketine üşüşmekteler. Ancak bu gruplar, mevcut “hareketi” kendine alet etmek amacıyla sürece sonradan dâhil olmuşlardır. Bunun doğal bir yönelme olduğu açıktır. Gericilik, emperyalizm böyle çalışır, onun hareket tarzı budur. Sarsılmakta olan iktidar kendi uzantısı olsa dahi yeni ve görece dinamik bir uzantı için onu devirmesi emperyalizmin yabancısı olduğumuz bir hareketi değildir. Yakın ve yeterince sarsıcı iki örnek henüz çok sıcaktır: Bin Ali ve Mübarek!

Bir işgal olmadıkça okun sivri ucu gerici iktidar olmalıdır!

Tüm bu gerçeklerden hareket ederek; Suriye’de yaşananlara karşı öncelikli sorumluluğumuz orada özgürlük, onurlu yaşam, güvenceli iş talebiyle isyan edenleri sahiplenmek, desteklemek olmalıdır. Onları Esad etrafında kenetlenmeye çalışmak, devrimciler açısından (en hafif deyimle) gaflet olur!

Arap isyanlarının şiarı haline gelmiş onur, özgürlük, demokrasi haykırışlarına karşı her türden saldırıya karşı tavır içinde olmak esastır. Bütün diğer unsurlar ancak buna bağlı olarak ele alınabilir.

Emperyalizm ve bölgedeki gerici güçler (“Suriye’nin Dostları” diyorlar kendilerine, gerçekte mevcut yapının kendi çıkarlarına uygun şekillenmesi için karmaşadan faydalanmak isteyenler çetesidirler) güya Esad’a karşı duruyorlar, oysa onların asıl derdi “değişim”e müdahale edip çıkarlarını güvenceye almaktır. Emperyalizm de yekpare bir bütün değil. Bölgede ve Suriye’de çıkarları çatışan emperyalist klikler mevcuttur. Beşar Esad, bir diktatörlüğün başı olarak gücünü halktan almıyor. O, şu anda halkın taleplerini ve ayaklanmasını bastırmakla meşgul. O emperyalistlerin ateşkes istemine evet diyemez, çünkü halk isyanı onun için bastırılmak zorundadır. Emperyalistler bu isyanın bastırılmasına karşı değildir, onların kendileriyle işbirliği yapacak olanlara Esad’ın pay vermemesinden hoşnutsuzdur. Yıkılanın yerine sadık uşaklarının geçmesini istiyorlar. Halihazırda durum budur. Esad’a destek olduğu iddia edilen belli bir çoğunluk dahi bu işbirlikçilere onay vermezken Esad’dan değişim talep etmektedir. Esad ve şurekasının ve hatta genişçe bir kesimin gölgelemekte olduğu budur. Emperyalizme karşı mücadeleden söz edenler yerel gericiliği, onun değişim isteğine, halkın isyanına karşı zorbalığını hedeflemedikçe boşa yumruk sallamış olurlar. Bir işgal olmadıkça okun sivri ucu gerici iktidar olmak durumundadır. Okun ucunu değiştirenler Suriye halkının maruz kaldığı aşağılık saldırılara sessiz kalmakla suçlu olurlar. Dışarıdan müdahale ve müdahale isteklerine karşı aktif mücadele yürütmek rejimin yıkılması için halk isyanına onay vermemeyi kesinlikle koşullamaz.

Türk devleti kraldan çok kralcı!

Görülebildiği kadarıyla Suriye Kürtleri şimdiye kadar bu doğrultuda hareket edebildi ve özel olarak ulusal yapılarını ileri bir örgütlenmeye taşımakta muvaffak olabildiler.

Suriye’de halk hareketinin başladığı ilk günden bu yana ABD emperyalizminin doğrudan taşeronu olmaktan başka TC’yi bu gündemde bu kadar ilgili kılan başlıca konu tartışmasız Kürt gündemiydi.

İstanbul-Pendik’te Suriye muhalefetini tek bir çatı altında toplama gayreti gösteren ardından “Suriye’nin Dostları Konferansı”na ev sahipliği yaparak bu süreçteki rolünü- önderliğini pekiştirmeyi hedefleyen TC’nin en büyük çıkmazı da burada.  PYD önderliğindeki Kürtlerin, bölgede herhangi bir kazanım elde etmesine mani olarak Esad rejimini devirmek, TC’nin emperyalistlerin önüne koyduğu hedeflerle birlikte başlıca konu başlığı. Konferansın en saldırgan-şahin tavrını sergileyen devletin TC olması, bölgede ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türk devletine biçtiği eş başkanlık rolünün de bir gereği olmalı. Ancak tüm uğraşlarına ve Suriye halkını “Esad rejiminin zulmünden kurtarmak” adına bir an önce Suriye’ye girme histerisine karşın TC’nin hevesi kursağında kaldı. Ne Suriye Ulusal Konseyi istendiği gibi Suriye halkının-muhalefetinin tek temsilcisi seçildi ne de muhaliflerin silahlandırılması için uluslararası bir konsensüs oluşturulabildi. Anlaşılan o ki ABD, rakip emperyalist devletlere karşı TC’nin saldırgan pozisyonunu bir manevra alanı olarak değerlendiriyor. Genel olarak Annan Planını destekleyen devletlerle uzlaşmacı bir politika izliyor. Suriye konusunda sert açıklamalardan çekiniyor. Mesajlarını ise Türk devleti üzerinden gönderiyor.

Gelinen aşamada sınırda son günlerde artış gösteren “çatışmaların” gerçekliği ne olursa olsun TC tarafından kışkırtılacağını, kamuoyunda milliyetçi duyguları körüklemek ve Esad düşmanlığını geliştirmek için değerlendirileceğini öngörebiliriz. Erdoğan’ın Çin’den yankılanan hamaset dolu sözleri de bunu gösteriyor. TC’nin, sınır güvenliği ve mültecileri gerekçe gösterip, sınır boyunca bir tampon bölge oluşturarak Esad rejiminin altını oymayı sürdüreceğini de söylemek mümkün. Elbette iç kamuoyunda bu eksende cephenin geliştirilmesi, genişletilmesi ve bir taşla iki kuş vurulması hedefiyle Esad- PKK “işbirliğinin” yeniden ve yeniden kanıtlanması adına “haber merkezleri de” epeyce mesai yapacak gibi görünüyor. Buna karşılık Türk devletinin Suriye üzerindeki oyunlarını ve emperyalistlerle ilişkilerini deşifre etmek gerekiyor. Kuşkusuz tüm bu görevleri “emperyalizme karşı direndiği iddiasıyla” Esad rejimini sahiplenme yanlışına düşmeden yapmalıyız!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu