Güncel

Cemaat-devlet ilişkisi ve yanılsamalar

Son günlerde çatışma/tartışma konusu bildiğiniz gibi MİT ve Oslo Görüşmeleri zemininde Cemaat-AKP çelişkisi. Müdahalelerle, uyarılarla bu çatışma dindirilmiş durumda. Zaten böylesi bir tartışmanın/kapışmanın önemli veya kayda değer bir sonucu olmadığını/olmayacağını önceden tahmin etmek zor olmazdı. Dolayısıyla özel bir önem vermek de gerekmeyebilir bu olaya. Fakat ilgi çeken ve önemli olan bazı görüşler, kavramlar, yaklaşımlar bu tartışma bağlamında da sıkça ve daha bariz bir şekilde gündeme geldi.

Asıl konu cemaatlerin devletle, hükümetlerle, partilerle ilişkisi. Bu ilişkilerin varlığı, düzeyi, birbirini etkileme derecesi; tarafların bu ilişkideki misyonları, sınırları üzerinde kısa bir tarihçe oluşturmak faydalı olabilir. Bunun için de Türkiye’deki cemaatlerin, tarikatların genel durumu, güçleri farklı dönemlere göre irdelenebilir.

Günümüzde AKP ile özdeşleştirilen cemaat-devlet ilişkisi, artık daha da yaygınlaşmış biçimde “belli bir cemaatin devleti ele geçirmesi” kavrayışı ile ele alınıyor. Sınıfın yerine cemaat geçmiş durumda. Egemen sınıflarından ve sınıflara özgü devlet anlayışından/yönetiminden daha fazla cemaat ve dini anlayış/yönetimden bahsedilir oldu. Devrimci yayın organlarında da buna, daha az olmak kaydıyla rastlıyoruz.

Ne var ki “daha az” olması olgunun özü bakımından bir şey ifade etmiyor. Aslolan bu anlayışın ne derece gerçeğe uygun olduğu ve gene ne derece eleştirildiğidir. Gülen Cemaatine dönük eleştiriler özel ve buna uygun olarak derin biçimler aldığı sürece propagandasını yaptığımız şey sınıflar mücadelesinden uzak laiklik propagandası, cumhuriyet propagandası olmaya başlar. AKP bir burjuva/feodal parti olmaktan çok dinci/cemaate bağlı/Osmanlıcı bir parti olarak anılıyor. Böylece propaganda da bunlara karşıymış gibi görünüyor. Bu zeminin özellikle oluşturulduğu, dayatıldığı ise ya görülmüyor ya da görmezden geliniyor. Denebilir ki “bu özelliklere karşı değil misiniz?” Bu çok gereksiz bir sorudur. Çünkü ne AKP esas olarak bu özelliklere sahiptir ne de bu özellikler esas sorunlarımız, düşmanlarımızdır. Örneğin Osmanlıcılık uydurma bir kavramlaştırmadır. Bu kavram Ortadoğu’ya yönelik emperyalist politikaların Türk devletinde aldığı biçime dair yanılsamalı fikirler içeriyor ve düşündürtüyor. Osmanlıcılık İslami yapıların özgün bir devlet-yönetim ve eskiye özlem ile eşanlamlı hale geliyor. Oysa bu politikanın İslam’la ilgisi yok; İslamiyet bir araç olarak, ABD’nin bir aracı olarak kullanılmaya çalışılıyor. ABD Ortadoğu’da ne kadar dincidir! Elbette burada kültürü yok saymamak gerekir. Fakat konu Ortadoğu’ya hükmetmektir… Bu projeler ekonomiye dayalı siyasi projelerdir.

Aynı tartışma dincilik-cemaat bağlamında da yapılabilir…

Zira cemaatin ekonomik gücü de iyice kabul görmüş biçimde yeni bir burjuva yapıya dayandırılıyor.

Cemaatlerin feodal ve burjuva ekonomik yapılara dayandığı, bunlardan beslendiği ve bunlara olanak sunduğu konusu açıktır. Dolayısıyla devletin ekonomisinde cemaatlerin öteden beri önemli roller üstlendiği bir gerçektir. Cemaatlerin sermaye yapısı Türkiye ekonomisinin gelişimine göre karakter kazanır. Görece zayıf ve ithal ikameciyken, devlet politikası değiştiğinde ihracata dayalı ve spekülatif karakter kazanan bu sermayenin belirleyici özelliği bağımlılığıdır. Özelleştirme ve yurtdışından sermaye akışına olanak veren politikalarla beraber belirleyici özelliği bağımlılık olan bu sermayenin 2000’li yıllarda devasa miktarlara ulaştığından kimsenin kuşkusu yoktur.

Ancak bu büyümenin 1980 darbesine, daha doğru olarak 24 Ocak kararlarına kadar götürülebilecek bir geçmişinin olduğunu özellikle vurgulamak gerekir. Zira cemaatlerin devlet dışında ve hatta devlete rağmen büyüdüğü, yaygınlık kazandığı iddiaları ya da tezi ancak bu gerçeklik tam ve yeterince vurgulandığında reddedilmiş olur. 12 Eylül rejimi, cemaatlerin devlet odaklı olarak gelişmesine yönelik mümkün olan en uygun ortamı sunmuştur. Gerçi cemaatler oldu olası devlet kontrolünde varlığı benimsenen, devletin toplumsal dayanaklarından biri olan yapılar olmuştur. Burada, ayırıcı bir özellik olarak ekonomik yapılarının özgün bir sermaye yapısıyla büyümesinden ve buna koşut yaygınlaşmalarından bahsediyoruz. Öncesindeki sıkı ilişki kuşkusuz bu yöndeki gelişmenin zemini olmuştur.

12 Eylül rejimi hem “neo-liberal” ekonomi politikalarına geçişi sağlayarak, hem de ideolojik ve siyasi “açılım”larıyla cemaatlerin günümüzdeki güçlerine erişmelerine tam destek sunmuştur. Hemen herkes gene bu dönemdeki “Yeşil Kuşak” projesini hatırlayıp, söz konusu desteğin emperyalizmden kaynaklanan boyutunu da söylediklerimize ekleyecektir… Özelleştirme, yurtdışından sermaye akışının tamamen serbestleşmesi ve ideolojik-politik destek cemaatlerin her açıdan büyümesinde etken faktördür.

O halde cemaatler yeni bir burjuva sınıfının ya da katmanının üzerinde yükselmediler, tam aksine bildiğimiz bürokratik burjuvazinin, komprador burjuvazinin toplumdaki en gerici katmanlarla, örgütlenmelerle ittifakının üzerinde yükseldiler. Özelleştirme politikaları nasıl yeni burjuva yapılar (Anadolu burjuvazisi) oluşmasına olanak vermemişse veya verecek politika değilse, cemaatlerin de bunlara dayanarak mevcut güçlerine ulaştıkları söylenemez. Kısacası, devlet yerli üretimi neo-liberal politikalarla beraber büyük ölçüde uluslararası tekellerin talan alanına dönüştürdükçe bu “yeni” yapıya uygun zenginler türedi ve bu zenginlerin de beslendiği ideolojik-politik ortam İslami yönü abartılı milliyetçilik ve neo-liberalizmdir. AKP’nin tüm belirleyici aktörlerinin karakterleri incelendiğinde sadece bu özellikler görünür.

ANAP, DYP ve RP de bu politikalara/özelliklere yabancı değildir. Farklı olan şey, bu partilerin hükümet kurdukları zamanda bahsini ettiğimiz özelliklerin ve tabii ki sürecin henüz olgunlaşmamış olmasıdır. Yoksa onların da bu aynı sürecin unsurları oldukları açıktır. ANAP ve DYP, devlet bürokrasisine daha bağımlı bir yapının egemen olduğu zamanda hükümetteydiler; dolayısıyla güçleri sınırlıydı, özgün karakterler sunmakta daha cılız yapıdaydılar. Refah Partisi devlet bürokrasisinin gerileme gösterdiğinin anlaşıldığı bir döneme rast geldi. Bu dönemde geleceğin yöneticileri de görünür olmaya başladılar.

12 Eylül rejimi öncesindeki yönetim anlayışı bu yöneticilerle beraber tamamen değişmiş olacaktır. Dikkatli bir inceleme ve izleme, burada devletin asli görevine uygun bir süreci yönettiğini görebilir. Örneğin 24 Ocak kararları devlet sayesinde uygulanabildi. İslami değerler devlet sayesinde olabildiğince sıkı bir şekilde topluma zerk edilebildi. Yeni yöneticiler devlet sayesinde, özenle korunup, uygun alanlarda gelişmeleri sağlanıp siyaset sahnesinde konumlanabildiler. Şimdiki her bir bakanın devlete tam anlamıyla borçlu oldukları kuşkusuzdur.

Ne tuhaf ki yaptıkları propaganda bu borçlarına rağmen ondan “hesap sorma” biçimindedir! Biz “hesap sorma”nın bir formalite, bir rol gereği olduğunu kesinlikle bilmeliyiz. ANAP özgülünde yaşanan değişim makro ekonomi politikaları seviyesindeyken henüz önceki yönetici kastların hükümranlığı aşılamıyordu. Özal’ın birçok kez bundan mustarip olduğunu ifade ettiğini biliyoruz. Bununla beraber ANAP’a cemaatlerin desteği sır değildi. Devletin önünü açtığı cemaatlerin parti olarak buluştukları esas yer ANAP olmuştur. ANAP’ın politikalarında cemaatlerin yeri daima özel olmuştur. Yıllar sonra Refah’ın cemaatlerle daha sıkı bağlar kurmuş olması ANAP’ın zayıflamasıyla, gözden düşmesiyle açıklanabilir…

Refah Partisi’nin içi boş ekonomi politikaları ile gündeme gelmesi ve hızlı bir gelişme göstermesi ne Erbakan’ın dehasından kaynaklıdır ne de cemaatlerin “yeni” bir rolle sürece dahil olmasındandır. Refah Partisi 12 Eylül rejiminin kaçınılmaz ürünüdür. Dindar özellikleri eğitimle, cemaatlerin etkin çalışmalarıyla güçlendirilmiş, toplum içi boş da olsa İslami biçimli ekonomi politikalarını kendine yakın bulmuş ve kısmen buna yönelmiştir. Denebilir ki toplumdaki “İslami uyanış” ya da yönlendirme Refah Partisi’nde çoğunlukla samimi bir varlaşma olanağı bulmuştur. Refah Partili yöneticilerin bile beklemedikleri derecede bir odaklanma gerçekleşmiştir.

Bu dönem için İslami yönelişin partileşmesi ve bu partileşmenin de devlet kontrolünü zorlayacak ölçüde gelişmesi süreci olarak betimlemek mümkün! Refah Partisi’ne yönelik 28 Şubat darbesi esasen bu sürecin biçimlenmesini sağlamıştır. Bu darbeyle beraber devlet dışı, ama elbette devrimci olmayan, bununla beraber devlet “eğitiminden geçmemiş” kaba unsurlar tasfiye edildiler. Şunu belirtmek gerekebilir: bu dönemde birincil tehlike olarak gündeme getirilen irtica büyük oranda sahte bir propagandaydı. Aczmendiler (Müslüm Gündüzcüler), Fatih’teki zikir ayinleri, kılık kıyafet üzerinden yapılan propaganda, türban dalaşı biraz aydınlık bir kafanın rahatlıkla görebileceği gibi abartılmış durumlardan ibaretti.

Şimdi çok daha rahat ifade edebiliriz ki irtica karşıtı olduğunu iddia eden 28 Şubat Darbesi, cemaatlere neredeyse hiç dokunmamıştır. Aczimendiler, Kaplancılar kısmen hedef alındığı halde esas güçler sakınılmıştır. Kimse kısmen hedef alınanların Refah Partisi’nde egemen, hatta etken olduğunu dahi iddia edemez oysa! Nakşibendi şeyhleri korunmuştur, Kadirî tarikatı, Nurcular, Süleymancılar, İsmailağa cemaati, Işıkçılar, Gülen cemaati, Zehra Vakfı vb. hep korunmuştur. 28 Şubat gibi irtica karşıtı bir hareketin, üstelik ordunun başı çektiği bir hareketin bunlara yönelmesi gerekmez miydi? Bu basiretsizliğin acemilikten kaynaklandığı iddia edilebilir  mi? Elbette hayır! Kuşku yok ki bu cemaatler üzerine kurulu bir binanın “üst kat” sakinleri olan bu cemaatlere yönelemezdi! Cemaatler olmaksızın bu yapının ayakta durabileceğini sanmak/düşünmek Türkiye’deki cemaatler hakkında bir şey bilmemektir… Kuşkusuz bunu ifade ederken Türkiye’nin cemaatlerden mustarip yapısının emperyalizm destekli olduğunu da hatırlatmalıyız…

28 Şubat Darbesinden pek yara almayan cemaatlerin nihayet AKP ile buluşmaları sadece onların bir tercihi değildir. Refah Partisi’nden gelen ilişkilenmeye ek olarak egemen sınıfların ve işbirlikçilerinin AKP’ye yönelmesi, emperyalist odakların bu oluşuma icazet verip, tam destek olması da cemaatlerin yönelimini belirlemiştir. 2002 tarihindeki olaylar ve gelişme AKP’nin bir cemaat yaratımı değil ama egemen sınıfların ve emperyalizmin ürünü bir parti olduğunu anlamamızı kolaylıkla sağlar: Üçlü koalisyonun icraatları ve dağılışı, YTP’nin kuruluşu ve “sürdürülemeyişi”, AKP’nin her açıdan destek aldığını belli eden kampanyası, ABD ziyareti ve bunun propagandası, Recep Tayyip Erdoğan’ın hapse konuluşu ve bunun lehte propagandası, onun milletvekilliğinin CHP’nin tam desteği sağlanarak ve yargının da katılımıyla gerçekleşmesi…

Bunlar ardı sıra gerçekleşen olaylardır. Kim bunların cemaatin işi olduğunu iddia edebilir, Fetullah Gülen’in başarıları olduğunu söyleyebilir? Eğer öyle ise de, o zaman günümüzdeki durum abartılmamalı. Kuşku yok ki AKP Gülen Cemaati ile başından beri ilişkilidir ve bu yapının 12 Eylül’e dayanan bir geçmişi vardır. Gülen Cemaati 1990’lardan itibaren işbirlikçi yapısı ve politikalarıyla cemaatler içerisinde güçlenmiştir. Bu yapının dayanağı “yerel değerlere, üretime dayanan ve İstanbul sermayesine rakip olarak gelişen Anadolu sermayesi/burjuvazisi” değil, bürokratik ve komprador karakterli burjuvazi, emperyalizm ve toplumun geleneksel değerlerini sömüren ideolojik-politik karakteridir. AKP ile en ileri dereceye varmış bulunan ihracata dayalı büyüme, sermayenin serbest dolaşımı, spekülatif sermayeye yaslanmış para politikaları, inşaatçılık, GDO’lu ürünlerin ticareti, özelleştirme, hizmet sektöründeki talanın genişlemesi, otoyol yapımları vb. bu gerici yapının ekonomik büyümesini sağlamıştır.

Bu icraatlara dayalı sermaye bağımlıdır ve bundan dolayı kalıcı değildir. Türkiye’de kalıcı sermaye sahipleri esas olarak değişmemiştir. Bu kesimler mevcut yapının gerçek savunucuları oldukları halde siyasi arenada karşı kutup olarak, Kemalist-laikler olarak tanıtılmaktadır. AKP’nin Kemalist-laik olmadığı bir efsanedir! Tayyip Erdoğan nasıl bir Kemalist-laik olduğunu Mısır’da ve Libya’da açıklamıştır. Genel karakter açıktır ki devletin dini olmaz, Müslüman biri laik bir devleti yönetebilir. Müslüman bir millet dini olmayan bir devlet tarafından faşizm ile yönetilir! İşin özü budur. AKP de, cemaat de Müslümanlığı bir devlet rejimi olarak değil ama toplumu biat ettirmenin bir aracı olarak kullanmakta hemfikirdir. TC’nin de öteden beri, belki farklı biçimlerde uyguladığı şey budur…

Cemaatlerin devletin toplumsal destek sağlayan dayanakları olduğu bilinerek; bununla beraber cemaatlerin hemen her alanda daha açık ve güçlendirilmiş olarak, AKP’nin formatlanmış TC politikalarıyla birlikte devletin kurumlarında hissedilir “bir yapı” olarak görülmesi daha doğru olur. Gülen cemaati bunlar içerisinde halihazırda etkin olan cemaattir. Onun emperyalizm ve egemen sınıflarla olan uyumunu gerek AKP’ye tam desteğinde, gerekse de AKP’ye yönelik kimi eleştirel değerlendirme ve uyarılarında görebiliyoruz.

Bu yapıdan Türkiye’ye özgü bir yeni “devletleşme” beklemek gaflettir. Bu yapı doğası gereği AKP’ye biçilmiş görevlerin propagandasıyla, bu anlamda gerek AKP’nin tabanını, gerekse de icraatçı unsurlarını tek merkezde bütünleştirme göreviyle sorumlu durumdadır. MİT ile girişilen kavga sıradan bir parti içi ya da cemaat içi, daha çok ifade edilen biçimiyle parti-cemaat arası kavga değildir. Kavganın kişilerin tasfiyesi ile ilgili bölümleri olsa da esas olan bu kişilerde somutlaşan devlet politikalarının başarısızlığıyla ilgisi mevcuttur. Cemaat ya da AKP değil, devletin kendisi bir düzeltme operasyonuna girişmiş, AKP yönetimi de, hükümet de buna kendi sorumluluğu bulunduğu için müdahale etmiştir. Bu tartışmalar içinde Hakan Fidan’a yönelik İsrail tepkileri vurgulanırken kuşkusuz bir gerçekliğe vurgu yapılmış oluyor ve biz dışarıdan izleyenler Hakan Fidan’ın tasfiyesini arzulayanların cemaat ile sınırlandırılamayacak boyutta olduğunu düşünebiliriz. Çünkü MİT’e yönelik iddialar PKK üzerinden daha önce de benzeri biçimde dile gelmişti. MİT, sürecin asli unsurlarından biri olarak yeterli/uygun görülmeyip operasyona tabi tutulmak istenmiştir.

Sonuç olarak bir başarısızlık söz konusudur. Her başarısızlık gibi bunun da bir düzeltmeye, bu gibi önemli alanlarda ise tasfiyeye ihtiyaç gerektirmesi olağandır! Hükümet bu tasfiye operasyonunu, dışında olduğu için durdurmuştur. Aynı zamanda kendi sorumluluğunu da başkasının soruşturmasına izin vermeyeceğini göstermiştir. Kişiye özel yasa olduğu bariz olan bu önlemin devamı olmalıdır. Hükümetin bununla yetinmesi beklenemez. Fetullah Gülen de sonuç olarak hükümetin yanında yer almıştır. Fakat bu tavrı onun “devleti yönlendiren” güç olmasından değil, nihayet hükümete “şirle koşamayacak” olmasındandır. Cemaat devletin ve dolayısıyla hükümetin hizmetinde olduğu sürece etkili olabilecektir. Bunun ötesindeki belirlemelerin bir gerçekliği yoktur…

Son olarak, AKP özgülünde cemaat olgusunu devleti ele geçirmiş bir güç olarak gösterenlerin ne cemaatlerin öteden beri sahip oldukları güç hakkında doğru fikre/bilgiye sahip oldukları ne de devlet denen mekanizmanın sınıfsal niteliği hakkında yeterli bir teoriye sahip oldukları söylenebilir. Bir zamanlar orduyu devletin sahibi olarak görenler, şimdi aynı sahipliği cemaatle açıklıyor! Burada abartılı değerlendirmeler yapıldığı üzerine düşünülmelidir.

Devletin genel politikaları bağımlı kapitalizm, feodal kalıntıların ve emperyalizmin çıkarlarına uygun işlediği sürece yeni bir “cumhuriyet süreci”nin başlayacağını iddia etmek doğru değildir. Biz bunu belirttiğimizde örneğin Kürt ulusal sorununda hiçbir adım atılamayacağını, bu anlamda Kemalizm’in iflas etmiş politikasının kısmen de olsa değişmeyeceğini savunmuş olmuyoruz.

Kemalist anlayışın katı savunucuları olduğu gibi “esnek” savunucuları da olmuştur ve vardır. M. Kemal’in kendisi dahi bu esnekliğe sahiptir. Onun cemaatlerle, aşiretlerle, emperyalistlerle ilişkisi bunu somutlaştıran örnekler içerir. Kürt ulusal sorunu bölgedeki gelişmelere de koşut olarak kimi yenilikler gerektiriyor. Devlet halihazırda bunun arayışı içindedir. Dolayısıyla temel çelişkide değil ama kimi önemli çelişkilerde kısmi “iyileştirmeler” mümkündür. Bu iyileştirmeler devletin bekasını içeren adımlardan öte anlam da taşımazlar elbette…

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu