Makaleler

Katilin kim olduğu belli!

Merhaba;

Bu ülke topraklarında, farklı kimliklere sahip olmak, her daim suç olarak algılanmıştır-algılanmaktadır. Devletin resmi ideolojisi, politikası bunu koşullamıştır. Hrant Dink de katledilmeden önce yazdığı yazılarında, her defasında zorunlu olarak: “Türklüğü aşağılamadığını” söylemek durumunda kalıyordu.

Fakat buna rağmen “Yüce!” Türk Yargısı ve bilimum faşist-ırkçı kesim kararını çoktan vermişti ve gereği, 301. Madde’den dava açılarak yapıldı.

Ardından başlayan tehditler, onun “Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği” yazısını yazmasına eden oldu. Valilikteki tehdit ise durumun nereden yönetildiğini, devletin bu işte bir numarayı oynayan rolünü göstermesi açısından önemlidir.

Armenak Bakır’ın ölümü ardından Hrant’ın yazmış olduğu bir sözü tekrarlamak gerekiyor burada. “O, tertemiz bembeyaz bir sayfaya halkların kardeşliğini yazdı” diyordu, Hrant. Armenak; Dersim, Karakoçan bölgesinde proletarya partisinin yiğit bir savaşçısı olarak gerilla mücadelesinde ön saflarda yer alan Ermeni ulusuna mensup Türkiyeli bir komünistti. Halkların kardeşliği için çıkmıştı yola. Hrant’ta aynı duyguları taşıyor ve onun mücadelesini veriyordu. Ve bunu, katledildikten sonra onu sevenler göstermiş oldu bir kez daha.

“Türklüğü aşağıladığı!” yönünde yapıştırılan kirli etiket ve ağzı salyalı bir avuç faşist-ırkçı-kafatasçı güruh; Hrant şahsında Ermenilere, Rumlara, Yahudilere vb. halklara hakaretin en büyüğünü, aşağılamanın en haysiyetsizini yapıyorlardı. Fakat “Yüce Türk Adaleti!” nedense bunları görmüyor, görmezden geliyordu.

19 Ocak 2007 günü ise, bu topraklarda ne ilk ne de son olacak bir kalleşlik daha dünyaya duyuruldu. 17 yaşında bir tetikçiye, “milliyetçi duygularla!” görevi vermişlerdi. Bu cinayetle “yarım kalan işlerini!” halletmişti devlet. Öyle ya; sadece yargılamak yetmezdi! Ne de olsa, bu ülkede “farklılıklarımız zenginliğimizdir!” diye fetva verenler vardı. Her türlü farklılığı ortadan kaldırmayı amaç edinen bir zenginlikti bu. Timsah gözyaşlarıyla, açıklamalar yapanları, olaydan sıyrılmak adına her tür çirkefliğe bulaşanlar bilmelidir ki; yakalarına sıçrayan kandan kurtulamazlar! Katili biliyoruz! Katilin eline tutuşturulan silahı ve “milliyetçi duygularla” işlenmeyen bir cinayet olmadığını da biliyoruz.

Hrant’ı hedef gösterenler şimdi tarihin çöplüğünde kaybolmaya yüz tutar haldeler. Oysa Hrant’ı unutmayanlar ise o gün, kinlerini ve öfkelerini içine atan yüz binler olarak karşılarına dikildi. Ermenisi, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Rumu vs. vs’si. Halkların kardeşliğinin gözde gösterisini yapıyorlardı. Atılan sloganlar rahatsız etmişti faşist cenahı. Unutmayacağını gösterdi delice akan kitle. Ve öyle de oldu.

Aradan kaç yıl geçti? Adaletin, hukukun bir kez daha neye ve kime hizmet ettiğini öğrenmiş olduk! Katliamı yapanın, bu devletin ta kendisini olmasına rağmen, her bir üst düzey görevli aklanarak iki tane kendini bilmez cezalandırılarak cinayetin üstü örtülmeye çalışılmakta. Bu davanın sonucu da göstermiştir ki; TC’nin katliam tarihi devam edecektir!

Hiçbir açıklama, hiçbir siyasi kıvırma bu gerçeği değiştiremez. Bu, topraklarda kendini Türk olarak ifade eden, (ırkçı-faşist-kafatasçı kesim) bu toprakların asli unsuru olan: Ermenileri, Rumları, Kürtleri vb. milletlerden halklara karşı her daim ırkçı yaklaşımı benimsemişlerdir. Bunu kimse değiştiremez. Ta 1915’ten başladı bu süreç.

ORHAN-BAKIRBurjuvazinin tarihinde katliamlar, soykırımlar, tehcir vs vs kıyımlar olmuştur. Çünkü kendini onlar üzerinden var etmektedir. Hitler Almanyası, Fransa’nın Cezayir’de yaptıkları, Amerika’nın Kızılderili yerlilere karşı yaptıkları, Avustralya’nın Aborjinlere yaptıkları… Saymakla bitmeyecek kadar çok olan katliamlar, soykırımlar yaşanagelmiştir. Her biri tarihin kara bir lekesi olarak emperyalist kapitalist sistemin ürettikleridir. Ülkemiz egemenlerinin de bunlardan ayrı bir yanı yoktur.

Ta Osmanlı’dan günümüze bu böyledir. Osmanlı döneminde İttihat ve Terakki tarafından Ermeni toplumuna uygulanan tehcir ve soykırım hafızamızdadır.

Her ne kadar Osmanlı’nın yıkıntılarından kurulmuş olan cumhuriyet rejimi bu durumu kabul etmese de gerçek budur ve böyle de anılacaktır (ki Osmanlı’nın son dönemlerindeki İttihat ve Terakki, TC’yi kuran kadrolardan meydana getirilmiştir!)

Ancak şu da var, bu bağı esas olarak sağlayan Osmanlı’nın da TC’nin de emperyalizmin bağımlısı (yarı-sömürgesi) olması ve tüm katliamları, reformları, politikaları emperyalistlerden bağımsız ele alınamayacağı gerçekliğidir. Kaldı ki, katliamlar, sürgünler TC’nin kuruluşundan sonra da süre gelen bir politika oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında önce Rumlar zorunlu göçe (mübadele) maruz kalmış, ardından da Keldaniler, Asurîler, Yezidiler… Ve şimdi sırada Kürt ulusu mevcuttur.

Sonuç olarak; bin yıllardır Anadolu’da yaşayan, bu toprakların tarihinin yazılmasında, kültürün oluşmasında birebir etkili olan ve sayıları milyonlarla ifade edilebilecek olan halklar topraklarından yok edilme noktasına getirilmişlerdir.

Bu amaçla, sorun sadece Hrant Dink’in katledilmesi ve bunun birkaç kendini bilmez tarafından yapılmış olması sorunu değildir. Sorun, daha derinlerdedir.

“… 16 Mart 1923: Mustafa Kemal Adana’da esnafa yaptığı konuşmada: “memleket en sonunda yine gerçek sahibinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir” dedi.

Eylül 1923…

Aralık 1923: Çorlu’da yaşayan birkaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri 24 saat içinde erk etmesi söylendi aynı şekilde Çatalca’da da karar kılındı.

24 Ocak 1924… 3 Mart 1924… 9 Ocak 1925…

27 Nisan 1926’da, ticari yazışmalar sadece Türkçe kullanılmasını mecburi kılan kanundan sonra idari kadrolarda çalışan ve Türkçe yazı diline hâkim olmayan gayrimüslimler işten çıkarılmaya başlandı.

17 Şubat 1926: Medeni Kanun’un kabulünden sonra Ermeni, Yahudi ve Rum cemaatlerine kendilerine tanınan azınlık haklarından vazgeçilmeye zorlandı birer birer.

1 Ağustos 1926…

17 Ağustos 1927; Elza Nigeya adlı 22 yaşındaki: Yahudi kızı kendine âşık olan ve uzun süredir taciz eden evli ve torun sahibi Osman Bey tarafından öldürüldü. Olayın devlet tarafından örtbas edilmeye çalışıldığını gören Yahudi cemaatinin ilk kez sesini çıkarmaya cesaret etmesi üzerine, gazetelerde yoğun bir Yahudi düşmanı kampanyası başlatıldı. Bazı Yahudiler “Türklüğe hakaret” ettikleri gerekçesiyle mahkemeye verildi.

13 Ocak 1928… 11 Nisan 1928… Eylül 1929…

1929-30 arasındaki 18 ay içinde Türkiyeli Ermenilerden 6373 kişi Suriye’ye göç etmek zorunda kaldı.

18 Eylül 1930’da Adalet Vekili M. Esat Bozkurt Ödemiş yaylasında: “Benim fikrim, kanaatim şudur ki; bu memleketin kendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır…” ünlü vecizini dile getirdi.

Ekim 1930… 11 Haziran 1932… Kasım 1932… 1933…

14 Haziran 1934’te kabul edilen ve ülkeyi; “Türk kültüründe olan ve Türkçe konuşanlar” (Has Türkler), “Türk kültüründen olan ve Türkçe konuşmayanlar” (Kürtler), “Türk kültünden olmayan ve Türkçe konuşmayanlar” (gayrimüslim ve diğerleri) olarak üçe bölen iskân kanunu yürürlüğe girdi. Ondan sonra Anadolu’nun çeşitli yererindeki Rumlar ve Ermeniler kendileri için uygun görülen bölgelere sürüldüler.

21 Haziran-4 Temmuz 1934… 24 Temmuz 1937… 6 Eylül 1938… 24 Temmuz… Ağustos 1938…

1938-1939: Yaklaşan savaşta milli güvenliği tehdit edecekleri gerekçesiyle Anadolu’nun dağlık kesimlerinde yaşayan gayrimüslimleri başka şehirlere naklettiler. Şehir yaşamına ayak uyduramayanla göç etmek zorunda kaldı.

Temmuz 1939… 8 Ağustos 1939… 28 Aralık 1939… 12 Aralık 1940… 22 Nisan 1941… 15 Aralık 1941…

11 Kasım 1942: Şükrü Saraçoğlu hükümeti tarafından Varlık Vergisi çıkarıldı. Vergilerin ağırlıklı yanı gayrimüslimlere ödettirildi.

1946…

hrant-dinkin-cenaze1946: CHP’nin 9. Bürosu tarafından yayınlanan “Azınlık Raporu”nda “İstanbul’da özellikle Rumlara karşı ciddi tedbirler almalıyız. Bu anlamda söylenecek tek bir cümle var: İstanbul’un fethinin 500. Yıldönümüne kadar bu şehirde tek bir Rum bile kalmamalıdır” deniyordu.

6-7 Eylül 1955 olayları…

1964: Kıbrıs olaylarının etkisiyle Türk-Yunan ilişkilerinin gerginleştiği ve ünlü Johnson Mektubu’nun Türkiye’yi köşeye sıkıştırdığı günlerde Atatürk ve Venizelos arasında 1930 yılında imzalana “Dostluk Anlaşması” bir hükümet genelgesiyle Türk hükümetince tek taraflı olarak iptal edildi.

Ardından esnaflık yapan, ticaretle uğraşan, Türkiye’de doğmuş, büyümüş on binlerce Yunanistan vatandaşı Rum sınır dışı edildi. Sürgünlerin yanına sadece bir bavul ve 200 lira verildi onlarla evli olan Türk vatandaşı Rumların da ülkeyi terk etmesiyle Rum cemaati yok olma noktasına geldi.

1974… 1984…

1985… 1990: PKK’ye karşı korucu olmayı reddettikleri için topraklarına el konularak yerlerinden edilen “Melek Tavusa Tapan” Yezidiler kitlesel olarsak batı illerine göç etmek zorunda kaldı.

2000’li yıllar… 15 Kasım 2003…

5Şubat 2006: Trabzon’da Rahip Sataro 26 yaşında bir tetikçi tarafından öldürüldü.

10 Ocak 2007: Hrant Dink, 17 yaşında bir tetikçi tarafından öldürüldü.

18 Nisan 2007: Malatya’da Zirve kitapevinde 4 Hıristiyan katledildi.” [i]

Yukarıdaki krolonojik tarih silsilesine bakıp yaşanan gelişmelere şaşırılıp şaşırılmayacağını düşünmemiz gerekiyor. Bu durumun bazı çevreleri şaşkınlığa düşürdüğünü gördük. Onlara göre: “hukuk, adalet, demokrasi, insan hakları!” vardı. “Yeni demokratik açıklamalar!” yapılıyordu. “Hrant’ın cinayeti aydınlanacaktı!” tarzında bir sürü şey sıralamak mümkün. Fakat görmek istemedikleri ise; bu ülkede adaletin, demokrasinin olmadığı gerçeğiydi.

“Yargıtay aşamasında düzeleceğini umuyorum” diyen bir Başbakan ve bakanlar neye göre yapıyorlar bu açıklamayı? Karavana atışlar yapmayı sevmesiyle kendini kanıtlayan bir hükümet var. Oysa Yargıtay olarak ifade ettikleri, katilleri aklayan kurullar değiller miydi? Hrant’a verilen cezaları onaylayanlar? Kaldı ki, bozduğunu varsayalım, ne olacak?

İki kişi yerine 17 kişi çeşitli cezalar alacak, bu cinayet aydınlanacak mı? Hayır! Aksine devlet kendi pisliğini örtecektir bu durum sonucunda.

Bugün katilin kim olduğu, ona tetiği çektirenlerin kimler olduğu bellidir. Yüz binler boşuna “Katil Devlet Hesap Verecek!” sloganını haykırmadı. Yakalamışlardı katili şimdi peşini bırakmama zamanıdır. Orhanımıza ithaf ettiği sözüyle uyuduğu yerde rahat ettirmemiz adına daha fazla haykırmalıyız…



[i] 22 Ocak Taraf Gazetesi: Ayşe Hür

(Bir okur)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu