Makaleler

“Korku dağları bekletir!”

Halkımızın güzel bir sözü var: “Korku dağları bekletir” diye… Bu sözün “resmi” anlamı şöyle: “Birincisi; korku varlığını her yerde duyurur. Yapacağı işe karşı verilecek cezadan korkan kimse o işi yapmaktan çekinir. İkincisi; cezadan veya zulümden kaçan dağlara kaçar, gizlenir, zor da olsa orada yaşamaya çalışır…”

Tabii bu tanımlamanın bir de gayri resmi anlamı, halk bilincinde karşılığı var. Halkın binlerce yıllık dağarcığından süzülüp gelen bu anlamı kuşkusuz daha yerindedir. Muktedir olan, iktidar sahibi olan korktuğu için dağları bekletir, dağlardan gelecek bir saldırıya karşı nöbet tutturur. Tabiri yerindeyse “cuk oturan” bir deyim bu! Her daim devlet ve devlet görevlileri dağlardan gelecek bir tehdit için önlem almışlardır. Bu, günümüzde de böyle. Yoksa dağ başlarında o kadar karakolun, askerin ve gözetleme teknolojisinin, insansız hava uçaklarının vs. ne işi var? Bir de şimdi buna dağları bekleyecek gözlem uydusu da ekleniyor.

2012 yılını geride bırakırken, Türk hakim sınıflarının has temsilcilerinden Başbakan Erdoğan’ın artık kanıksanmış heyezanlarına tanık olmaya devam ediyoruz.

ODTÜ’de protesto gösterisi yapan öğrencilere yönelik azgın polis terörünün ardından ortaya çıkan tablo, aslında Türk hakim sınıflarının içinde bulundukları durumu da özetler mahiyette. Madem o kadar iyi durumdasınız, o zaman “bu ne hiddet, bu ne celal?” Artık “yeni” iktidarın birer sözcüsü olduğu tartışma götürmez olan “kelli felli ve cübbeli” üniversite rektörlerinin açıkladıkları bildirilerle tam bir üç perdelik piyese dönüşen oyunun ikinci perdesindeyiz.

İkinci perdede polis saldırısının yanında; şürekasıyla birlikte şuursuz bir biçimde ve adeta kudurmuşçasına, etrafa saldıran bir başbakan görüyoruz. En çok dillendirilen de öğrencilerin taş attıkları, sapan kullandıkları, ateş yakıp molotof kokteyli attıkları ve polisin görevini yaptığı vb. vb.

Sanki bu topraklarda (ve üniversitelerde) azgın bir faşist terör uygulanmıyormuş, her şey güllük gülistanlıkmış (“ileri demokrasi”) gibi davranıyorlar ve bizlerin de bunu kabullenmesini, itiraz etmememizi emrediyorlar. Faşist zulme, katliamlara, her türlü hak gaspına, sömürüye, boyun eğmemizi istiyorlar. En ufak bir itiraza karşı “misliyle karşılık vermeleri”, alabildiğine şiddet ve güç gösterisi yapmaları bu nedenle.

Korkuları yersiz değil. Zaten alabildiğine korktukları için bu kadar saldırganlar. 3000 polis, 8 TOMA, 20 zırhlı araç, onlarca araçlık konvoy, yüzlerce gaz ve ses bombası… Adeta, ODTÜ işgal seferinde “Muhteşem Tayyip”(!)

 

Yerli Malı Bir Uzay Hikâyesi…

“2,5 metrelik Çözünürlüklü Görüntüleme Amaçlı Bilimsel Araştırma ve Teknoloji Uydusu Geliştirme Projesi”nin (GÖKTÜRK-2) ODTÜ’de “fırlatılması töreni”nde yaşananlar ve hemen ardından ülke gündemini meşgul eden tartışmalar ilgiyi hak ediyor.

Önce şu: GÖKTÜRK-2’nin ODTÜ”de fırlatılmadığını belirtelim. Yüzde yüz yerli ol(ma)yan (% 80 yerli-% 20 yabancı) uydunun Çin’de fırlatıldığının altını çizelim. Hatta burjuva-feodal basına yansıyanlara göre; neden ilgi gösterilmiyor diye yeri göğü inleten “devlet büyüklerinin”, meşhur protokol kurallarından kaynaklı geç kalma tehlikeleri nedeniyle, fırlatma törenini birkaç saat ertelemek istedikleri ama Çinli yetkililerin itirazı sonucunda (“olur ama o zaman yörüngeye oturmasında sorun çıkar”), bunu başaramadıkları hatırlatalım.

Yani öyle ODTÜ’de fırlatılan bir “yerli uydu” yok! Çin yapımı Uzun Yürüyüş 2 taşıyıcı roketiyle Çin’in kuzeybatısındaki Gansu eyaletinde bulunan Jiuquan Uydu Fırlatma Merkezi’nden (JSLC) fırlatılan uydunun “canlı yayın açılış töreni”(!) söz konusu. 1998’de başlayan Türkiye’nin “kendi yer gözlem uydusu” yapma projesi zaman içinde kimi “anlaşılır” nedenlerle (siz hala ülkemizi teknoloji devi mi sanıyorsunuz?)

2001 yılında BİLSAT uydusu için önce 8 kişinin İngiltere’ye –SSTL firmasına- teknoloji transferi yapmak için gönderilmesiyle ivme kazanır. İngiltere’deki bu sayı 20 kişiyi bulur. BİLSAT’tan edinilen tecrübe ile 2004 yılında RASAT uydusunun yapılması için proje çalışmalarına başlanılır. 2007 yılında ise RASAT’ın yanına bir de GÖKTÜRK-2 eklenir. Amaç RASAT’tan daha duyarlı kameraya sahip olacak yeni ve daha kapsamlı bir uydudur. Ağustos 2011’de, İngiliz teknolojisinden elde edilen deneyimlerle, Türkiye’nin ilk yer gözlem uydusu RASAT uzaya fırlatılır. Ama o zaman bu kadar gürültü koparılmaz, demeç üstüne demeç verilmez. RASAT’tan elde edinilen deneyimle GÖKTÜRK-2 üzerinde çalışılır ve bitirilir.

Bu kadar “önem” verdikleri “milli uydu”larıyla ilişkileri “açılış töreni” ve illaki “terörle mücadele” olduğunu hatırlatmamıza gerek var mı? TC devletinin bilimle imtihanı “söz konusu ‘terör’se gerisi teferruattır” denkleminde seyretmeye devam ediyor. “Milli uydu”nun Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın ihtiyacı doğrultusunda üretildiği ve bu anlamıyla ilk askeri keşif uydusu olduğunu belirtelim. Yani “milli uydu”dan elde edilen görüntülerle Türkiye’nin dağları beklenecek, yüksek çözünürlüklü görüntülerle gerilla mücadelesine karşı zafer kazanılacak!

Bu arada “milli yer gözlem uydu”sunun; “Türkiye’nin fırlatma teknolojisine sahip olmadığı için uydunun Çin’den fırlatıldığını” (TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Yücel Altunbaşak) ve son testlerinin Fransa’da yapıldığını, yer istasyonlarından birinin de Norveç’te olduğunu hatırlatalım!!!

 

Saldırganlıkları çaresizliklerindendir!

Aslında her şey onların istediği gibi gidiyor görünüyordu. Görünüyordu çünkü ülke tarihinin ikinci büyük özelleştirmesi (birincisi Türk Telekom 6.55 milyar dolar) olan köprü ve otoyolların özelleştirme ihalesi gerçekleştirildi. Koç-Ülker-UEM ortaklığı 5 milyar 720 milyon dolara köprü ve otoyollar ihalesini aldı. İhaleyi alan konsorsiyumda Koç ve UEM Grubu’nun yüzde 40’ar, Ülker’e ait Gözde Girişim’in ise yüzde 20 payı bulunuyor.

Bu özelleştirmenin perde gerisinde ise şöyle bir anlam yüklü: Bilineceği üzere Koç grubu ülkemizin sayılı kompradorlarından ve Türk hakim sınıflarının en has temsilcilerinden. Kemalist Cumhuriyetle birlikte sermaye biriktirdiği ve kompradorlaştığı malum! Öte yandan Ülker’in ise 28 Şubat’ın “mağdur”larından, bu anlamıyla da AKP’nin temsil ettiği, hakim sınıf kliklerinden bir tanesi olduğu düşünülürse, bu son özelleştirmeyle ortaya çıkan “birlik” daha iyi anlaşılır.

Kısacası komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının bütün klikleri, söz konusu halk olunca, sömürü ve sınıf çıkarları olunca ortaklaşmada bir an bile tereddüt etmezler. Buna rağmen Başbakan’ın şuursuzca saldırganlığına ne demeli? Aslında bildik bir durum yaşanıyor. Çaresizliklerini, sıkışmışlıklarını kendileri dışındakilere saldırarak gidermeye, hafifletmeye çalışıyorlar.

Aslında benzer durum devrimci hareket saflarında da görülüyor. Kendine güvenmeyen, haklı ve meşru olduğunu -lafta değil özde- düşünüp hissetmeyenlerin (ki küçük burjuvazinin tipik kendine güvensizliğidir bu), kendileri dışındakilere şuursuzca saldırdığı, dostla düşmanı ayırt edemeyecek kadar gözü kararanların olduğu vakıayla sabit. Kendi direnişini anlatmak yerine başkalarına höyküren, Dersim’deki 24 gerillanın içine düştüğü olumsuzluğu bile kullanmaktan çekinmeyen bir densizliktir söz konusu olan.

Ne diyelim: Devrimci dostluğu, dayanışmayı, birlikteliği önemli ölçüde örselediğinizi bilin. Sizin için bir anlamı olmadığını bilerek; o kendinize mal ettiğiniz 122 şehidin içinde fütursuzca saldırdığınız “oportünist-tasfiyeci” diğer “sol”un şehitlerinin de olduğunu aklınızdan çıkarmayın! Bugün ektiğiniz tohumlar yarın size iyi meyveler vermeyecek. Direniş kimseye küstahlaşmak hakkını vermez. Mütevazilik de en az direnişçilik kadar, kendini feda etmek kadar önemlidir. Bu tavrın olmadığı yerdeki direnişte bir sorun vardır. Tanık olduğumuz, fazlasıyla vakıf olduğumuz “direniş”iniz bize bunu gösteriyor.

Tarihi tecrübeyle sabittir. “Dinsizin hakkından imansız gelir” demiş halkımız.

Her açıdan bu böyle! Düşmana karşı savaşta amansız olmak, halk saflarında gördüğümüz anlayışlara karşı da ideolojik mücadelede tavizsiz olmak şarttır. Ama okun sivri ucunun yönünün hakim sınıflar olduğunu bir an bile akıldan çıkarmamalıyız. Bize bu zulmü reva görenler, üniversitelerde, sokakta en ufak bir basın açıklamasına, gösteriye tahammül edemeyip azgınca saldıran, Roboski’de katledip, aradan bir yıl geçtiği halde hiçbir adım atmayıp, üstüne üstlük ölen Kürt gençlerini, “sivil olmayan sivil”ler (yani terörist) olarak propaganda etmeye devam edenler karşılığını elbette bulacaklar. Bundan kuşkuları olmasın.

Unutmamak gerekir ki “bu piyeste şiddet varsa” oyunun sonunda mutlaka sahne alacak, üçüncü ve son bölümde kendini fazlasıyla gösterecektir. O zaman korkunun ecele faydası olmadığını görecekler.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu