Makaleler

Restorasyonun kuvve-i fiili: TAŞERONLAŞMA

TC’nin kuruluşundan yaklaşık yüzyıl önce bu topraklara serbest rekabetçi kapitalizm ve ardından da emperyalizm uğradığında dönemin Osmanlı hâkim sınıfları olan feodal aristokrasi, ardından komprador feodaller ve “liberal” kompradorların izledikleri siyaset genellikle kendi sınıf çıkarları için önce kapitalist ardından da emperyalist devletleri “idare etme” ve böylelikle “beka”larını devam ettirme şeklinde olmuştur. Kabul edilmelidir ki Osmanlı hâkim sınıfları bu kapitalist ve emperyalist devletler arasındaki “denge politikası” sayesindedir ki varlık koşullarını bir hayli uzatmışlardır. Osmanlı Devleti neredeyse bir yüzyıl bu sayede daha fazla yaşayabilmiştir.

Osmanlı hâkim sınıfları kapitalizm ve ardından da emperyalizme karşı Tanzimatlar (Tanzim: Düzeltme, düzenleme, düzen verme, yoluna koyma, ayarlama…), Islahatlar (Islahat: İyileştirme, düzeltme…) vb. şeklinde gelişen bir dizi adımla yanıt olmuşlardır. Ki Osmanlı tarihinde bu süreç Tanzimat Dönemi (1839-1871) olarak adlandırılır. Benzer koşullarla karşı karşıya kalan Çin hâkim sınıfları ise savaşmayı tercih ediyordu. Çinliler İngiliz ve ardından da Fransız sömürgeciliğine karşı direndiler. 1839-1842 yılları arasında Çin‘le İngiltere arasında I. Afyon Savaşı yaşandı. Ok Savaşı ya da Çin‘deki İngiliz-Fransız Savaşı olarak da bilinen 1856-1860 arasındaki II. Afyon Savaşı‘nda ise Fransa ile İngiltere, Çin’e karşı birlikte savaştılar.

Tanzimat Dönemi “yenilikçi” “Paşa”larının; “İngilizci” Mustafa Reşid, “Fransızcı” Ali ve Fuad ve daha sonraları ise, “İngilizci” Mithat, “Moskof” Nedim, “İngilizci” Mehmet Said, “Paşa”lar vb. vb. olarak adlandırılmaları tesadüf değildir ve bu topraklarda günümüzde de süren bir “gelenek” bırakmışlardır! Osmanlı ve Çin hâkim sınıfları arasındaki serbest rekabetçi kapitalizme ve emperyalizme karşı bu farklı tavır alışları daha sonraki tarihsel gelişmeleri de etkiledi. Her iki ülkede de kompradorlaşan hâkim sınıfların sınıfsal refleksleri bu tarihsel gelişime uygun bir seyir izledi.

Osmanlı feodal aristokrasine muhalefet olarak gelişen ve varlık gerekçeleri özde onlardan farklı olmayan (sınıf konumları ve emperyalizme uşaklık) ve “liberal” kompradorlar olarak tanımlayabileyeceğimiz ve protokemalizmin ilk örneklerinden Yeni Osmanlılardan, Jön Türklere, ardından İttihatçılara, Kemalistlerine uzanan çizgide -Kaypakkaya’nın oldukça isabetli tanımlamasıyla iki klik biçiminde ortaya çıkan, mütecanis (benzer-homojen) olmayan ve kolaylılıkla karşı kampta yer alabilen- Türk hâkim sınıflarının ortak zemini emperyalizme taşeronluk, Türk Kürt ulusları ve çeşitli milliyetlere baskı, zulüm ve sömürüdür. Kemalizm’in “anti-emperyalistliği” yalanı Kaypakkaya’nın tezlerinden sonra ve -kimilerince- belli tarihsel tecrübeden sonra artık tevatürdür. Halen Kemalizm’de ilericilik gören ve bu anlamıyla CHP’den medet umanların varlığı ancak ve ancak onların ideolojik problemleriyle açıklanabilir.

Bugün Kemalizm’e karşı kampta yer alan ve kimi “solcu”ların aklını karıştıran AKP’nin ve temsil ettiği klik Kemalizm’in bazı aşırı yönlerini (özellikle aydınlanmacı, laik ve seçkinci vb. politikalarını) törpülemesinin dışında özde emperyalizme uşaklık, baskı, zulüm ve sömürüde bir farklılık taşımamaktadır. Türk hakim sınıflarının her iki kliği de TC zemininde ortaklaşmaktadırlar. Kemalistlerden günümüz Erdoğanistlerine (“Tayyip Erdoğan’a dokunmak ibadettir”, AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin, “Herkes her gün Tayyip Erdoğan için iki rekât şükür namazı kılmalı”, Trabzon Of ilçesi AKP’li Belediye Başkanı Oktay Saral ve “Tayyip Erdoğan, ilelebet ezeli-ebedi başkandır”, AKP Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu örnekler çoğaltılabilir…) kadar uzanan çizgide hep “devletin bekasını” adına, kendi sınıf çıkarlarını gerçekleştirmek için hâkim sınıfların emperyalizmle işbirliği vardır. Ki bu işbirliği iki eşit konumun hayata geçirilişi değildir. Uşaklık temelinde, sırtını bir emperyalist güce arkalama temelinde kendini yeniden üretmiştir.

Taşeronluğun “Kitabını Yazanlar” Onu Ret Edemezler!

TC’in kuruluşunda aktif rol oynayan komprador burjuvazi ve toprak ağaları geçmişten devraldıkları bu politikayı sürdürmüşlerdir. Kemalistlerin önce İngiliz ve Fransız sonradan Alman emperyalistlerine dümen kıran politikaları biliniyor. Daha sonradan ABD ve günümüzde de hem ABD hem de AB emperyalizminin TC’in üzerindeki etkisi ve hakimiyeti bilinmiyor değil.

TC’in tarihinde “varlıklarını emperyalizme adamış”, M. Kemal’den İsmet İnönü’ye, toprak ağası Menderes’ten, Morrison Süleyman’a, Ecevit’ten Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı Özal’a kadar, ismini burada anamadığımız(!) bütün “devlet zevatı”nın yüzünün emperyalizme dönük olduğu tarihsel tecrübeyle sabittir.

Hiç kuşkusuz ki bu emperyalizm uşaklığından T. Erdoğan ve avanesi de bağımsız değildir. Bakmayın siz öyle “van minüt” edebiyatına, ABD elçisi karşısında diklenmelerine; varlıklarını emperyalizme borçlu olanların tükürdükleri çanağı yalamayacakları kesindir. Öyle ki bu işin kitabını yazmışlardır. TC’nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu” (Küre Yayınları, Haziran 2005) adlı kitabı, TC’in bölgedeki konumundan hareketle emperyalizmin taşeronluğunun tez olarak savunulması ve bu politikanın hayata geçirilmesi için hasredilmiştir. Tersten bir ifade ile Davutoğlu bu tezleri nedeniyle koltuğu kapmıştır. Kuruluşu bile emperyalizm destekli olan bir partiden, ancak ve ancak TC’e uygun bir politik hat izlemesi beklenir. Hal böyleyken hükümette ve ardından da devlet aygıtında önemli mevziler kazanmasında desteği olan (en azından süreci kavrayamayan bazı Kemalistlerin darbe hazırlıklarına destek olmayan) ABD ve AB emperyalizmine yönelik Tayyip Erdoğan’ın “efelenmesi” ancak ve ancak Yeşilcam filmlerindeki zengin kız fakir oğlan (ya da tersi) bir gerçekliğe sahiptir. Bu filmler halkımızın sınıf atlama ya da sınıfsız dünya duygularına tercüman olduğu için prim yapar. Tıpkı Erdoğan’ın Avrupa Birliği emperyalistlerine yönelik; “bizi yıllardır kapınızda bekletiyorsunuz, AB olmazsa ŞİÖ olur” mealindeki sözleri hâkim sınıfların bu topraklardaki yüzyıllardır izlediği politikanın “Kasımpaşalı ağzıyla” ifadesinden başka bir şey değildir ve gerçekçi değildir. Nitekim Erdoğan bu sözlerini vakit geçirmeden düzeltti ama Avrupa seyahatinde de AB’ye lafta da olsa ikide bir de “çakmadan” duramadı. Böylelikle geniş kitleler nezdinde “delikanlılığı” sürdürdü, “façasını bozmamış” oldu!

Oysa Erdoğan’ın AB emperyalizmine efelenmesinin ve alternatif olarak ŞİÖ’nü göstermesinin bir hükmü yok. 2011 yılı verilerine göre TC’in toplamda 140 milyar dolar olan ihracatının, AB ülkelerine 66 milyar dolar iken “Şangay ülkelerine” 10 miyar dolardır. Sadece Almanya’ya yapılan ihracat 13,1 milyar dolardır ki bu rakam bütün ŞİÖ üyelerinden fazladır. (Taraf, 8 Şubat) Bu rakamlar TC’in neden AB emperyalistlerinin kapısında beklediklerini de anlatır.

İçte ve Dışta Taşeronluk Sürüyor!

TC’in hâkim sınıfları bir yandan İsrail siyonizmine efelenip diplomatik ilişkiyi kesiyorlar, diğer yandan ticareti % 65 artırıyorlar. Rus emperyalizmine özellikle Suriye meselesinde höykürürken, bütün enerji yatırımlarında tercih oluyor, doğal gaz oradan satın alınıyor, nükleer santral ihalesi veriliyor. Velhasıl kelam Türk hâkim sınıfları TC’in geleneksel tavrını başarıyla sürdürüyorlar.

Benzer şekilde ülke içinde çalışma alanlarında işçi sınıfına taşeron çalışma dayatılıyor. Bizzat TC’in Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, taşeron işçilerin durumuyla ilgili olarak ‘’çalışma saati 12, izin yok, örgütlenme yok, tazminat yok. Kölelik gibi bir yaklaşım var, bunu Çalışma Bakanı olarak söylüyorum” ( 08.12.2011 Basın) dediği koşullarda, vaad ettiği yeni yasal düzenlemeyle bütün sistemi taşeronlaştırmayı amaçladıklarını açık açık söylüyor. Kaldı ki işçi sınıfı içindeki pratik süreç bize bunu fazlasıyla gösteriyor.

Türk hâkim sınıfları bir yandan ülke dışında yeni yeni maceralara soyunup adımlar atarken, ülke içinde füze bataryaları kurup, işçi sınıfına, köylülüğe, ezilen bağımlı Kürt ulusuna ve çeşitli milliyetlerden-mezheplerden halkımıza yönelik hemen her alanda saldırılarını sürdürüyor. Emperyalistler tarafından “deliğe süpürülmeyip kullanılan” (C. Zapsu, 12 Nisan 2006 Milliyet) T. Erdoğan önerdiği başkanlık sistemini savunurken; “bunları alalım, ortaya bir Türk tipi başkanlık sistemi getirelim” derken (02 Şubat 2013 Habertürk) önerdiği tam da içte ve dışta taşeron tipi cumhuriyettir. Vakti zamanında Erdoğan, başkanlık sistemi önerisini “Amerikan emperyalizminin bize bir tavsiyesi” olarak görüyordu. (“2. Cumhuriyet Tartışmaları”, Başak Yayınları; 1993, s. 417-432)

Başkanlık tartışmalarının arka planı bir yana, emperyalizm yürü ya kulum deyince geçmişte söylenenlerin bir önemi yoktu elbette.) İsterseniz buna “taşeron tipi faşizm” de diyebilirsiniz (Birgün 4 Şubat). Lakin ettiğiniz doğru söz pratiğinizle karşılık bulmalı. Malum faşizm diyorsanız buna uygun bir konumlanış içinde olunmalıdır. Bu gelenek “faşistler hesap lafla sorulmaz, bizde hesapları namlular sorar” doğru önermesiyle hareket ederken sadece ajitasyon yapmıyor aynı zamanda ülke gerçekliğine uygun bir konumlaşa gönderme yapmaktadır.

“Taşeron Cumhuriyet” ya da “Taşeron Faşizm” diyorsanız buna uygun bir konumlanış içinde olmalısınız. Zira faşizm ülkemizde sadece AKP’ye özgü değildir. Kemalizm de faşizmdir ve Kemalizm arkalanarak, onunla barışık bir şekilde ne emperyalizme karşı ne de faşizme karşı doğru bir duruş sergilenebilir. Olsa olsa CHP’nin ve de kendisine “liberal” denilenlerin peşine düşülmüş olur. Peşine düşenlere diyecek bir şeyimiz yok, bataklığa gitmekte özgürdürler ama halk kitlelerine bunu ilericilik-demokratlık diye yutturulmaya çalışılmasına itirazımız var.

Tabii bir de Erdoğan’ın başkanlık sistemi önerisini “ortaya bir karışık” söyler gibi rahat önermesi, -başta Kürt Ulusal Hareketinin barış politikasından hareketle de olsa- A. Öcalan’la görüşme ihtimali olanlara yönelik bu derece küstahlaşması; burjuva-feodal medyanın bazı milletvekillerini hedefe koyan haberlerinden tutun da, her cenahtan etkili ve yetkili kişilerin “süreç hassasiyeti” deyip adına başta Kürt ulusu olmak üzere, halkımıza karşı sövüp sayması kabul edilemezdir.

Türk hâkim sınıfları bir yanda emperyalizmin taşeronu olarak bölgesinde adımlar atıp, diğer yandan taşeron çalışma sistemini işçi sınıfına dayatırken amaçlananın rantı korumak ve daha da artırmak olduğu son derece açıktır. Üstelik çıkardıkları yeni yasalarla (“Terörizmin” Finansmanın Önlenmesi Kanunu; 7 Şubat Akşam) sermaye birikiminde yeni adımlar atarken aslında Türk hâkim sınıfları ezen ulus burjuvazisi olarak ezilen ulus burjuvazisine açık, net ve kesin bir yanıt veriyor.

Taşeron Cumhuriyet’e de, faşizme de yanıtımız safları sıklaştırmak, örgütlü mücadeleyi yükseltmek, devrimci mücadelede ısrar olacaktır. Yaşamımızı taşeronlaştıran, geleceğimizi ipotek altına alanlara yönelik tavrımız; işçi sınıfının ve halkımızın tarihsel birikimini sahiplenerek, anımızı ve geleceğimiz özgür kılmak, zorunluluklarımızı bilince çıkarmaktan geçiyor.  

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu