GüncelMakaleler

ANALİZ | Anasoylu Toplumda Kadının Rolü

"Gelişmiş bir insanlığın özel mülkiyetsiz toplumdaki yaşamı da daha mutlu olacaktır. Buradan çıkarılacak bir sonuç, bütün kötülüklerin anası özel mülkiyetçi sistemdir. Komünizm bunun karşıtı ve alternatifidir."

İnsanımsı maymunların insanlaşmasında emeğin rolü öne çıkarken, insanlığın toplumsallaşmasında da kadının rolü öne çıkmaktadır. İnsan dışı hayvanlarda olduğu gibi insanlar da daha başta kendi soyunu devam ettirme amaçlı hareket etmişlerdir.

Ancak, insan ile diğer hayvanları ayıran özellik; insan emeğinin hem insanın kendisini hem de doğayı değiştirme özelliğinin bulunmasıdır. İnsan emekle hem kendini hem de çevresini değiştirmeyi başarabilme yetisini kazanmıştır.

Özellikle vahşi yaşam içinde hayatta kalma ve soyu devam ettirme mücadelesinde kadın öne çıkmış, yavrularını, kendilerini, yiyeceklerini sağlama, korunma/koruma ve bunlardan hareketle üretim aletlerini geliştirme becerisini kazanma, sürü klanlardan toplumsal örgütlenmeye götürecek yolu açmıştır.

Bu bağlamda, insan toplumsallaşmasının gerçek tarihi, anasoylu dönemle başlamıştır denebilir. Ve kadın öncülüğünde, en modern kapitalist toplumda dahi olmayan kadın için olduğu kadar toplumun diğer erkek üyeleri içinde –o günün ilkel koşulları özgülünde- özgür bir süreç yaşanmıştır. İnsan tarihinin bu sürecinin, daha ileri toplumsallaşma süreçlerinin başlangıcı olduğunu söylemek tahminden öte bir gerçekliktir.

Böyle bir toplumsallaşmayı erkekler yaratamazdı. Bunu doğuran ve doğurduklarının hayatta kalmasının mücadelesini veren dişi cins (kadın) yapabilirdi.

Her iki cinste’de, el, beyin ve insanoğlunun etkinlik göstermesi için gerekli öteki iç yapısal önkoşullar eşit ölçüde bulunmakla birlikte, hayvanlıktan insanlığa giden köprüde başı çeken dişi olmuştur. İnsanlık dünyasında toplumsal birliktelik, birlikte çalışma biçiminde kendini gösteren etkin ve anasal tepkiler yalnızca analarda vardır.[1]

Her ne kadar bazı feministler, “anaerkil toplum var olmamıştır” gibi toplum tarihinden yoksun iddiaları ortaya sürseler de anaerkil toplumda cinsiyetçiliğin nasıl olduğu üzerinde kısaca duralım.

Anaerkil toplumda cinsel baskı söz konusu olmadığı gibi insanlar farklı cinselliklerinden dolayı ne horlanıyor ne de baskı görüyorlardı. Bugünün tersine, o günün kadını ve erkeği cinselliğini özgürce yaşıyordu. Çünkü aralarında bir statü farkı ve birbirini ezen bir üretim ilişkisi ve cinsiyetçi bir işbölümü yoktu.

Erkek ve kadın kendi eşyalarını onarmak ve düzgün tutmak zorundadır, yani kadın, Avrupa’da alışılmış anlamıyla evin sorumlusu değildir.”[2]

Sınıfsız toplumun en önemli özelliği, kadın ve erkeğin eşit statüde bulunmasıdır. Yukarıdaki alıntı, yerinde bir araştırmanın sonucudur. Burjuva ve bazı feministlerin tersine, sınıflı olmayan toplumlarda kadının statüsü erkekten daha geri bir statü olmayıp hatta göreceli bir üstünlükte söz konusuydu. Özel mülkiyetçi toplumlarda aile ilişkisi, erkeğin kadın üzerindeki denetimidir. Ancak ilkel komünal toplumda bunun tersi olarak ne kadın ne de erkek birbirleri üzerinde bir denetime sahip değillerdi. Çünkü, kadın-erkek ilişkisi, bir aile ilişkisi şeklinde değildi. İlkel komünal toplumda “aile” olmadığı için aile kavramı da yoktu. Aile kavramı, kadının özgürlüğünü yitirdiği ve erkeğin kadın üzerinde hakimiyetini sağlamasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Kadın-erkek ilişkisinin “aile” olarak ortaya çıkışı, aynı zamanda kadının ezilmesinin tarihinin başlangıcı olmuştur.

Anaerkil dönemde fuhuş yoktu. Bugün varolan bazı ilkel topluluklarda da fuhuş yoktur. Beyaz Avrupalıların Amerika’yı işgalinden önce de yerliler arasında fuhuş yoktu ve böyle bir şeyi de tanımıyorlardı. Ve bugün, kapitalist dünyanın hor gördüğü ve dıştaladığı LGBTİ+’ler doğanın bir zenginliği olarak görülüp saygı gösterilirdi. Oysa bu insanlar, bugün dünyanın ezici çoğunluğu tarafından horlanmak ve dıştalanmakla kalmayıp, yakılarak[3] öldürülmektedir. Neden? Kendisi gibi olmadığı için. Cinselliği farklı yaşadığı için. Yani, kadına yaklaşımın bir başka çeşidi burada da görülmektedir.

“İlkel insanlar” denen toplumlardan bir örnek: “Yerli Amerikalılar genellikle interseksler, androjenler, feminen erkekler ve maskülen dişilere çok saygılı davranırdı. İki ayrı ruha sahip oldukları düşünülerek şereflendirilir ve tipik maskülen erkeklerle feminen kadınlara nazaran, ruhsal olarak daha özel sayılırlardı. Bu sebeple birçok Kuzey Amerika dini, bu insanları karalamak yerine onları dini lider ve öğretmen olarak sayardı.” [4]

Ayrıca, “Vahşilerin Cinsel Yaşamı” kitabının yazarı Bronislaw Malinowksi’nin 1929 yılında, Kuzeybatı Melanezya Trobriand Adaları yerlileri arasında yaptığı araştırmalarda bu gerçeği ortaya koymaktadır.

Kuzey Amerikalı yerliler arasında cinselliğin nasıl olduğuna ilişkin dikkat çekici bir araştırmanın sonucunu, uzun olmasına karşın, “modern kapitalist” insan” ile “ilkel anaerkil” insan arasındaki ayrımı net olarak ortaya koyan bir örnek olduğu için –okuyuculardan özür diliyerek- uzun olmasına rağmen buraya alalım.

ABD’deki cinsellik tarihini araştıran, John D’Emilio ve Estelle B. Freedman’ın araştırmalarından: “İngilizlerin ve Yerlilerin cinsiyet sistemleri arasında en çarpıcı farklılık belki de, kısmen mülkiyete ve cinselliğe yönelik farklı kültürel tutumlar sebebiyle, yerli Amerikalılar arasında cinsel çatışmaların göreli yokluğuydu. Yerliler aile içi geçimsizlikleri, ceza, damgalama veya mal bölüşümü anlaşmaları olmadan, sadece ayrılarak ve yeni birlikler kurarak kolaylıkla çözebiliyorlardı. Kişinin bir başkasının cinselliğine ‘sahip’ olmadığı kültürlerde, fahişelik (para karşılığı seks) Avrupalı yerleşimcilerin gelişinden önce hiç yoktu. Tecavüz (cinselliğin zorla yaşanması) nadiren gerçekleşiyordu ve Yerli kültürlerin yasakladığı birkaç cinsel davranıştan biriydi. Sömürge dönemlerinde Yerlilerle yapılan savaşlarda ele geçirilen İngiliz kadınlar, vahşilerin elinde cinsel saldırıya maruz kalacaklarından korkmalarına rağmen, yerli Amerikalıların kendilerine cinsel saldırıda bulunmadıklarını gönül rahatlığıyla söylemişlerdi. Mary Rowlandson yeni İngiltere’deki yerliler tarafından esir tutulmasıyla ilgili olarak şunları yazmıştı: ‘O kükreyen aslanlarla vahşi ayılar arasında kalmıştım. Gece gündüz, yalnız veya başkalarıylayken, her biriyle beraber uyurken içlerinden hiçbirisi sözleriyle veya davranışlarıyla namusumu suistimal edecek bir şey yapmaya yeltenmedi.’ Buna karşı İspanyol yerleşimciler, fetih hakkı ve kadın savaş tutsaklarından bekledikleri hizmet olarak, Yerli kadınların tecavüzünü meşru görmekteydiler. Güneydeki Cherokeeler, sadece Beyaz yerleşimcilerce yakın temasta bulundukları 19. Yüzyılda tecavüzcüleri cezalandıran yasalar çıkarmayı gerekli görmüşlerdi.”[5]

Bu araştırmaların ortaya koyduğu bütün gerçeklik, cinsel baskı ve cinsel sömürü özel mülkiyetin bir ürünüdür. Özellikle özel mülkiyetsiz toplum insanı ile özel mülkiyetli toplum insanı arasındaki medeniyet farkını belirleyen sınıflara bölünmüşlüktür. Aynı insan, özel mülkiyetçi toplumda farklılıklar karşısında daha vahşi ve hoşgörüsüzlük içindeyken, özel mülkiyetsiz toplum içindeki aynı insan farklılıklar karşısında oldukça toleranslı ve barışçıdır. Demek ki, insanın toplumsal karakterini belirleyen niyetler değil, toplumsal üretim biçimidir. Kapitalist insan, kendinden önceki toplumsal yapılardan bilimsel ve teknik olarak (üretim araçlarının gelişmişlik düzeyi ile) çok çok ileride olmalarına ve çok gelişmiş makinelerle devasa üretim kapasitelerine sahip olmalarına karşın, bir o kadarda vahşileşmiştir.

Brezilya’nın Amazon ormanlarında yaşayan Kızılderili Zoe (Poturu)[6] kabilesinde kadınlar 3-5 arası erkekle evlenebiliyor ve her erkeğin farklı (avcılık, bahçecilik, balıkçılık, ev işleri vb.) görevleri oluyor. Topluluk içinde kavga çıkmadığı gibi kadınlar bütün sorunları da çözüyorlar. Bu topluluk içinde sınıfsal bir ayrım olmadığı gibi cinsiyetçi ayrımcılık ve fuhuş da yoktur. Zoe’lar küçük bir kabile olmasına karşın Amozon’larda yaşayan ilkel kabilelerin genel yapısını yansıttığını söylemek yanıltıcı olmayacaktır.

Yine günümüz Çin’in (Yunnan) de yaşayan Mosuo anasoylu (matriarchate) kabilesi, anasoylu bazı özelliklerini kaybetmelerine karşın hala “anasoylu” kabile olarak değerlendirilmektedir. Mosuolar Amazonlarda ve Afrika’daki bazı anasoylu kabileler gibi “ilkel” yaşamıyorlar. Oldukça modern bir yaşamları var.

Buna rağmen anasoylu özelliklerinin önemli bir bölümünü koruyorlar. Bu toplulukta günümüz karı-koca evliliği yoktur. Kadın istediği erkekle beraber olabilir. Bu beraberlik bir gecelik olabildiği gibi daha uzun da sürebilir. Bunu kadın belirler. Ve çocukların bütün sorumluluğu ananın üzerindedir. Çocukların babaları bilinmez ve sınıflı toplumlarda kadına biçilen erkek egemen rol Mosuolar da yoktur. Ve bu topluluk Amazon’da yaşayan küçük kabileler gibi az sayılı değil, en az 35 bin kişilik bir topluluktur. Kapitalist toplumda görülen kıskançlık ve maçoluk söz konusu olmadığı gibi herkes barış içinde yaşamaktadır.[7]

Günümüzde de örneklerine rastladığımız anasoylu toplumda farklı cinslerin birbiri üzerinde cinsiyetçi baskı ve ayrımcılığı yoktu. Bu tür ayrımlar sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıktı ve geliştirildi. Köleci ve feodal toplumda olmayan ırkçılık kapitalist toplumun ürünü olarak ortaya çıktı. Kapitalizm, geçmiş toplumlardan cinsiyetçi işbölümü ve cinsiyet ayrımcılığını alırken, kendisi bunlara ırkçılığı da eklemiş oldu.

 

İlkel komünal toplumda iki tabu

Anasoylu toplumlarda kandaş cinsel tabular vardı. Yani, erkek, en yakını olan kadınlara yaklaşamıyordu. Bu, anne, kızkardeş, hala, teyze, kuzen ve daha uzak akrabaları içeren geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. Bu akrabalarla cinsel ilişki kurmak oldukça büyük bir suçtu.

Freud, kandaş cinsel tabuyla ilgili şu yorumda bulunuyor: “En eski en önemli tabu yasaklamaları, totemciliğin iki temel yasasını oluştururlar. Birincisi, totem hayvanı öldürmemek, ikincisi karşı cinsten olan totem arkadaşlarla cinsel ilişkiden sakınmak. (…) Bundan da anlaşılıyor ki, bunlar insanoğlunun en eski ve en güçlü istekleriydi. Biz bunu anlayamıyoruz. (…)[8]

Freud’un yorumlamaları bir yana, bu iki totem (kandaşla cinsel ilişki yasağı ve yiyecek tabusu) olgusunun kökeninde, cinsellik değil, kadının kendisini, çocuklarını ve yiyecek alanlarını korumadan kaynaklandığı bilinmektedir. Totemciliğin temelinde, ekonomik ve soyunu devam ettirmek için onun güvenliğini sağlama alma olgusu vardır.

Kandaş cinsel tabunun yanında, totem hayvanlarını öldürmek ve yemekte güçlü bir tabuydu. Kandaş cinsel tabunun sınırlarının geniş olması ve bu kadınlara yaklaşılmasının büyük bir suç sayılması, cinsel ilişkinin dışında başka kaygılardan alındığı olasılığı daha güçlü gibi gözükmektedir. Kadınların, kendilerini ve çocuklarını yamyamlıktan ve yiyecek alanlarını korumak için böyle bir sert tabusal örgütlenme yarattıkları öngörülüyor.[9]

Bütün araştırmaların ortaya koyduğu bir gerçek var: Kandaş cinsel tabu, ensest cinsel ilişki yasağının korunmasından değildir. O günün toplumunun böyle bir sorunu olamazdı. Çünkü o dönemin insanları ensest cinsel ilişkinin zararları ya da faydaları konusunda bir bilgi birikimine sahip değillerdi. Ve zaten, böyle bir olgu –aile içi evlilik- bazı bölgelerde yaşayan klan topluluklarında mevcuttu.[10] Bu tabunun nedeninin, yiyecek sorunu ve kendilerini yamyamlıktan koruma olgusu olduğu olasılığı akla daha yatkın geliyor.

Oymak ya da akrabalar topluluğunun bütün üyelerinin yaşamı kutsal ve dokunulmazdı; akrabalar öteki kandaşları asla öldüremez, yiyemezlerdi. Yalnızca, hayvan sayılan dışarılıkları ya da akraba olmayanları öldürüp yiyebilirlerdi.

Alıntıladığımız bu araştırmanın sonucu, anasoylu dönemde, kandaş cinsellik yasakların nedeninin doğrudan cinsellikle bir ilişkisinin olmadığı olgusudur. Cinsel yasaklamalar toplumlara özel mülkiyet ile girmiştir. İnsanlığın en ilkel toplumsal örgütlenmelerinden en yüksek toplumsal örgütlenmelerinin temelinde üretim biçimi vardır. Diğer etkenler talidir. Toplumların sınıflara bölünmesinin temelinde üretim biçiminin niteliği olduğu gibi…

Anasoylu hukuku ve bu dönemin sona ermesini Bebel şöyle tanımlıyor: “Analık hukukunun geçerliliği, komünizm anlamına, herkesin eşitliği anlamına geliyordu; babalık hukukunun doğuşu özel mülkiyetin egemenliği ve aynı zamanda kadının ezilmesi ve köleleştirilmesi anlamına geliyordu.[11]

Anasoylu ve sonraki ilkel dönemlerde, insanlığın vahşiliği, o günün insan toplumlarının üretim biçimiyle yakından ilgiliydi. Ancak, toplumlar tarihinde, burjuvazinin vahşiliğini haklı kılacak hiçbir yan yoktur. İnsanlığın başlangıcında doğaya karşı mücadelesi içinde kendi yaşamını üretme süreci içinde, kendini ve doğayı yok etme kültürü yoktur. Ancak, özellikle kapitalist toplumla birlikte kendini ve doğayı yok etme süreci içine girmiştir. Kapitalist üretim ilişkileri, sınıflara bölünmüş bir toplumda, her türlü eşitsizliği ve ayrımcılığı yarattığı gibi, her türlü düşmanlığı ve yok etme kültürünü de beraberinde getirmiştir. Burjuvazinin “gelişmiş”, ama bir o kadarda çürümüş kültürünü ortadan kaldırmadan, insanın kendi insanlığını özgür bir sürece sokmasının da olanağı olmayacaktır.

Anasoylu toplum üzerine çok araştırmalar yapılmıştır. Ancak, kapitalizm, sorunu çarpıtma yönüne giderek, bunu insanların “ilkel” oluşuna bağlamaktadır. Oysa, burada esas olan özel mülkiyetin olmamasıdır.

1750’lerde Kaliforniya’da yerliler arasında yaşayan Alman Misyoner Rahip Jocob Baegert’i dinleyelim: “Okuruma kesinlikle şunu söylemek isterim ki, bu insanlar, Avrupa’daki uygar insanlardan çok daha mutlu bir yaşam sürüyorlar. (… )Bütün bir yol boyunca, bir California’nın başına dert olacak, onu öfkelendirecek, yaşamın çekilmez olduğunu duyuracak, onda ölme isteği uyandıracak tek bir olay olmuyor. (…) Kıskançlık, çekememezlik, yalancılık, yok yere suçlama gibi olgular onun yaşamını acılandırmıyor; California yerlisi, sahip olduğu şeyleri yitirme korkusuyla karşı karşıya olmadığı gibi, benim ve senin sözcüklerinin anlamını, Aziz Gregory’ye göre yaşadığımız günleri acılarla ve sayısız kötülüklerle dolduran bu iki kavramı bilmiyorlar.”[12]

Burada anlatılana benzer birçok anlatım vardır. Amerika’yı “keşf” (“işgal eden ve yağmalayan” demek daha uygun düşer) eden “uygar Avrupa”lılar, ilkel dedikleri yerlilerin yaşam biçimlerini görünce şaşırıyorlar. Rahip Baegert gibi çok azı bunun bilincine varabiliyor ve günümüze aktarıyor.

“İlkel” yerlilerin mutlu yaşamlarıyla günümüz kapitalist uygarlığın insanlara sunduğu yaşamı karşılaştırmak bile korkunçtur. İlkellerin yaşamında “ben-sen” yoktu. “Biz” vardı. “Benim eşyam”, “senin malın” yoktu, hepimizin “eşyası” ve “malı” vardı.

Gelişmiş bir insanlığın özel mülkiyetsiz toplumdaki yaşamı da daha mutlu olacaktır. Buradan çıkarılacak bir sonuç, bütün kötülüklerin anası özel mülkiyetçi sistemdir. Komünizm bunun karşıtı ve alternatifidir.

 

1- Elveyn Reed, Kadının Evrimi-1, s. 77

2- B. Malinowski, Vahşilerin Cinsel Yaşamı, s. 36, 1. Baskı, Kabalcı Yayınları

3- 7 Ağustos 2016 tarihinde seks işçisi Hande Kader isimli trans kadın İstanbul’da yakılarak öldürüldü.

4- Paul D’Amato, Marksizm’in Anlamı, s. 399, Ayrıntı Yayınları

5- Aktaran, Paul D’Amato, age, s. 397-398

6- The Salt of The Earht (Dünyanın-Toprağın-Tuzu, 2014). Brezilyalı ünlü fotografçı Sebastiao Salgado’nun Belgeselinden

7- Ricardo Coler, Das Paradies ist Weiblich (Cennet Dişidir), Kiepenheuer Verlag, 2009 Almanca Basım

8- Sigmund Freud, Totem ve Tabu, s. 45, Dünya Klasikleri Cumhuriyet Yayınları

9- Evelyn Reed, Kadının Evrimi-1, s. 54, 3. Basım, Payel Yayınları

10- F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyeti ve Devletin Kökeni, s. 50, 7. Baskı Sol Yayınları

11- August Bebel, Kadın ve Sosyalizm, s. 65, Birinci Basım, İnter Yayınları

12- Evelyn Reed Kadının Evrimi-I, s. 208, Pavel Yayınları

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu